24.06.2024
Bir siyasal iktidarın ülkesi işgale uğradığında ya da zor durumda kaldığında, İslam’ı, adaleti ve özgürlüğü hatırlaması halk tarafından samimi bulunmamakta ve destek görmemektedir. Saddam Hüseyin ve Kaddafi örnekleri bize bunu göstermektedir. Normal zamanlarda halkına kan kusturan, en küçük özgürlüğü engelleyen diktatörler, uyguladıkları insanlık dışı yöntemlerle hem ülkelerini dış tehditlere açık hale getirir, hem de halkının desteğini kaybederler. Artık her şeyin son bulduğu anda halkın desteğini talep etmeleri ise samimi bulunmamaktadır.
İslam ülkelerinin en büyük sorunu, temel hak ve özgürlükler, hukuk ve adaleti dikkate almayan keyfi yönetim tarzlarıdır. Keyfi ve hukuk tanımaz bir yönetim modeliyle adaleti sağlamak imkansızdır. Daha da vahimi sürekli baskı altında tutulan insanların yönetimin değişmesi için başka yol bulamayıp, dış güçlerin müdahalesine sıcak bakmalarıdır. Dış güçlerin müdahalesi ileri aşamada daha vahim sonuçlara yol açması da bir başka sorun alanıdır. Amerika’nın Irak işgali bu şekilde oluşmuştur. Ne yazık ki halkın İşgale direnmesi Saddam Hüseyin’in daha fazla iktidarda kalmasına yok açacaktır. Bu İslam ülkelerinin baskıcı ve hukuk tanımaz siyasal iktidarlara karşı halkın yaşadığı en büyük açmazdır. Bu açmazın üstesinden gelinmesi siyasal düzenin hukuk ve adalet temelinde yeniden örgütlenmesine bağlıdır.
İslam toplumları kendi ülkesinin hak ve hukuk tanımayan askeri, yarı askeri diktatörleri ile sömürgeci güçlerin müdahalesi arasında sıkışan insanlar trajik bir seçenekle karşı karşıyadır. Sömürgecilerin işgaline direnmenin karşılığı zulme ve keyfi yönetimin daha fazla iktidarda kalmasını sağlayacak iki seçenek arasında durmak gerçekten trajiktir. Müslüman halklar, son yüz yıldız bu açmazın içinde yaşamaktadır.
İslam dünyasındaki yönetici politik seçkinlerin, İslam’ı sadece ülkeleri işgale uğradığında hatırlatmaları yetmez. Ona kadar en küçük haktan mahrum ettikleri halktan istedikleri desteği asla bulamayacaklardır. Irak işgali sırasında halkın sessizliği buna en güzel örnektir.
Görece azımsanmayacak bir demokrasi deneyimine sahip Türkiye özelinde, diğer İslam ülkelerinden görece farklı olsa da sorunlar devam etmektedir. Türkiye modernleşmesi, demokratik düzene geçtiği 1950’den itibaren, demokrasi içinde vesayet düzeninin nasıl devam edeceğinin arayışında olmuştur. Bu arayış, Batı dışı toplumlarda modernleşmenin öncüsü olan askeri bürokrasiyi, siyasal iktidarların üzerinde bir konuma getirmiştir. 2015 yılında askeri bürokrasinin konumu konusunda radikal değişimler yaşan Türkiye siyaseti, askerin sivil siyaset üzerindeki etkisini büyük ölçüde bitirmiştir.
Esasında Türkiye modernleşmesinin kuruluş yıllarında, bu sürecin iki büyük aktörü olan Atatürk ve İnönü arasında da bir vesayet mücadelesi yaşanmıştır. Yakup Kadri Karaosmanoğlu bu mücadeleyi şöyle anlatmaktadır: “İnönü: “Söyle Yakup Kadri, Atatürk şu benim çektiklerimin yüzde birine tahammül eder miydi?” Ona ne evet ne hayır diyebiliyordum. Fakat durup dururken Atatürk’le ölçüşmeye kalkması, onda eskiden beri müşahede ettiğim bir “Atatürk kompleksi”nden başka neyi ifade edebilirdi? Belli idi ki, Atatürk onu şimdi de gölgesiyle ezmekte devam ediyor ve o, bunun altından ancak nikbette gösterdiği dayanma gücünün “üstünlüğünü ispat” etmek suretiyle sıyrılmaya çalışıyordu” (Yakup Kadri, Politikada 45 Yıl, İletişim yayınları, s. 177-178.)
Nitekim İsmet Paşa kendi iktidarını oluşturma sürecinde kendi vesayet sistemini oluşturmaya gayret etmiştir. “Atatürk mü? Lakin, İsmet Paşa, O’nun yakınında bulunanlardan, O’nun koruduğu, hoşlandığı kimselerden ortada hangi birini bırakmıştı? İsmet Paşa, Atatürk’ün çevresindekileri darmadağın etmekle kalmamış, bunlardan boşalan yerleri bir takım yeni kimselerle ve bir vakitler “kendi yüzünden” Atatürk’e dargın olanlarla doldurmuştu” (Yakup Kadri, Politikada 45 Yıl, İletişim yayınları, s. 137.) Bu çabalar, siyasi kurumlaşmanın tamamlanmasını engellemiş, hukuk ve adaletten çok süreç parti ve kişiler üzerinden okunmaya başlanmıştır. İşin daha vahim tarafı ise iktidar üzerinden vesayet oluşturma anlayışı, Türkiye siyasal aklına yerleşmiş bir gelenek oluşturmasıdır. Her siyasal iktidar, iktidara geldiğinde başka bir vesayet sistemi ile kuşatılmış olduğundan, önce vesayet kendi sistemini oluşturmak ve bunun hukuki alt yapısını arayışla geçirmiştir siyasal ömrünü.
Öte yandan vesayet oluşturma anlayışı sadece askeri kesim ile özdeş olmadığından, askeri vesayet geriletilse bile başka tür vesayet arayışları gündeme gelmiştir. Türkiye siyasetindeki “Sivil vesayet” tartışmalarının kökeni de budur.
Daha temeldeki sorun, vesayetten kurtulmak mücadelesi verenlerin, demokratik bir hukuk devleti oluşturmaktan çok başka bir vesayet türünün arayışında olmalarıdır. Bu durum siyasal aktörlerin “vesayet” kavramına araçsal baktıklarını göstermektedir.
Öyle görülüyor ki, hukuk devleti oluşturmak sadece iktidar değişikliği yaşanmasıyla değil, köklü bir zihniyet değişikliğini de gerektirmektedir. Siyasal genetiği büyük ölçüde “vesayet” modeline göre oluşmuş bir toplumda, önemli bir paradigma değişimine ihtiyaç vardır.
Bir diğer önemli sorun da “vesayet” sistemi ile mücadele ettiklerini iddia eden siyasal partilerin, başka bir tür vesayet sistemi ile yönetilmeleridir. Bu durum siyasal sistemin radikal değişimini önlemektedir.
Öte yandan, siyaset alanında değerler yönünden oldukça sağlıklı bir zemine sahip İslam düşüncesinin, bu değerleri kurumsallaştırmakta yetersiz kalması, siyaset alanında egemen olan “vesayet “ sisteminin kökten değişimini engellemektedir.