14.02.2022
İslam düşüncesi modernlik ile gelenek arasına sıkışmış durumdadır. Bu iki olumsuz durumdan kurtulmak ve anlamlı bir sentez kurmak kolay gözükmüyor. Siyasal düzeyde modernlik, toplumsal düzeyde gelenek bütün ağırlığı ile hükmünü sürüyor. Her iki anlayış da, karşıtlık veya taraftarlık ikileminde kendini din üzerinden temellendirmeye çalışıyor. Kuşkusuz geleneğin ve modernliğin din ile kurduğu ilişkide çeşitli katmanlar var. İşte İslamcılık, modernleşme çağlarına paralel olarak başlayan sömürgecilik faaliyetleri sonrasında, İslam dünyasının içinde bulunduğu duruma bir çıkış arayışı ve öze dönüş projesi olarak gündeme geldi.
İslam düşüncesini yeniden ihya etme arayışı entelektüel anlamda İslamcılığın kapısını açar. İslamcılık, ortaya çıkarken iki büyük sorunla mücadele etmek zorunda kaldı. Bu sorunlardan ilki, modern düşüncenin dayandığı ve klasik düşünceden bir hayli farklı bir ontoloji ve epistemolojiyle, ikincisi ise dinin geleneksel formları ile mücadele etmek zorunda kalmasıdır.
İslamcılığın en büyük ve öncelikli sorunu yüzyıllar boyu süregelen bir düşüncede yenilik yapmak amacıydı. Bu amaçla yola çıkıldığında İslam’ın geleneksel yorumuyla mücadele etmek kaçınılmaz bir durum olarak ortaya çıktı. Üstelik geleneksel anlayış yüzyıllar boyu kendini meşru eden kurumları da oluşturmuştu. İslamcılar bu anlamda sadece geleneksel dini anlayış ile değil, aynı zamanda o düşünceyi var eden kurumsal yapılarla da mücadele etmek zorunda kaldı.
İslamcılığın bir diğer önemli sorunu modern dünyada İslam’a bir yer tayin etmek sorunu idi. Felsefi anlamda modern düşüncenin varlık ve bilgi anlayışında dine yer bırakmaması, İslamcılığın en önemli sorunu durumundadır. Bu durumda ana sorun, modern düşüncenin egemen olduğu bir dünyada İslam düşüncesinin yeri ne olacak ve modernlikle ilişkisi hangi düzlemde olacak sorusudur.
İslamcılığın dile getirdiği arayışın yöntemleri ve uygulamaları elbette tartışmaya açıktır. Ana bu ihya arayışını mahkûm etmek doğru bir yaklaşım değildir. Bu yüzden popüler düzeyde sürdürülen İslamcılık tartışması anlamlı bir tartışma değildir.
İslamcılığın arayışı modern dünyada İslam’a belirleyici bir özne rolünü oynama arayışıdır. Bu arayışın önündeki en büyük engel, tarihsel olarak İslam toplum ve siyaset anlayışının totaliter ve merkeziyetçi bir yapıda seyretmesi, düşünmeyi de bu yönde belirlemesidir. Bu zihniyetin inşa ettiği zihinsel anlayıştan mutlaka kurtulmak gereklidir.
Modem düşünce ile klasik düşünce arasına sıkışan İslamcılık, bir yandan ikisiyle de mücadele ederken, diğer yandan kendine meşru bir zemin bulmaya çalışıyor. Bu arayış farklı İslamcılık anlayışlarının ortaya çıkmasına neden oldu. Kuşkusuz bu farklılaşmada, farklı toplumlarda ve farklı siyasal koşulların belirleyici bir etkisi olmuştur.
Hiç kuşku yok ki, bugün siyasal algımızı geçmiş dönemlerin anlayışı etkilemekte ve yönlendirmektedir. Kuşku yok ki, Cabiri’nin de dediği gibi, İslam düşüncesini oluşturan aklın yapısını analiz etmek gerekir.
Siyasal ve toplumsal anlamda Gazali’nin baskın etkisi ve yarattığı dini anlayış geleneğe baskın durumdadır. Bu yüzden Gazali ve İbn Rüşd arasındaki tartışmayı çağdaş boyuta taşıyıp, yeni sentezler yapmak gerekir.
İslamcılığın ve İslamcıların işi, tarihsel miras ve modernlik bağlamında gerçekten kolay değil. Bir taraftan gelenekçi muhafazakârların tekfir saldırısıyla, diğer yandan modern düşüncenin İslam düşüncesine yer bırakmayan epistemolojik anlayışına karşı mücadele etmek zorundalar.
İslamcıların asıl sorunu gelenekçi muhafazakârların tutumları aşma konusundaki zorluklarıdır. Bu mücadele bir taraftan gerekli olmasına karşın, diğer taraftan iç atışmayı besleme potansiyeli barındırmaktadır.
İslamcılığın bir diğer sorunu da diğer ideolojilerle kurduğu sorunlu bağlantılardır. Modern dönemde ortaya çıkan ve tarihsel olarak gerilere götürebileceğimiz iki siyasal tutum olan muhafazakârlık ve milliyetçiliğin dinle kurduğu bağlantının oluşturduğu zaaflar, dini düşüncenin kodlarını bozmada önemli bir işlev görüyor. Karşılaştığı her krizde milliyetçilik ve muhafazakârlığın zihinsel kodlarına yaklaşan ve oraya sığınmak zorunda kalan bir düşüncenin özgürlük ve siyasal anlayışının yenilenmesi mümkün değildir.
Dışarıdan negatif bir şekilde tanımlanan İslamcılığın, bu tanımlamalara cevap üretme çabası de onu apolitik bir tarihsel tutuma itme tehlikesini de barındırıyor.
İslamcıların Kur’an ve Sünneti yeniden ihya etme çabalarının karşısına sürekli olarak tarihsel realite çıkarılıyor. Tarihsel realite ile İslami değerler arasındaki uyumsuzluk kuşkusuz olumsuz bir durumu ve çatışmayı da besliyor. Bu durumda İslamcılık asıl çatışmayı kendi toplumunda egemen olan din anlayışıyla yaşıyor.
Bir diğer önemli sorun da İslamcılık adı altında ortaya çıkan siyasal iktidarların yarattığı tahribatlardır. Bu tahribatlar İslamcıların iddialarının önündeki en büyük engeldir. İktidara gelen İslamcıların, iddialarıyla uyumsuz uygulamaları, her seferinde İslamcıların önüne ödemeleri gereken bir bedel olarak sürülmektedir.
Kur’an ve Sünnetin asli değerlerine dönüş iddiasını taşıyan İslamcı arayış, uygulamada doğan sorunlar ne kadar olumsuz olsa da, arayışın meşruiyeti mahkûm edilemez. Hatta bu ideali gerçekleştirme çabası bir Müslümanın en ayırıcı vasfıdır.
İslami yenileşmenin ve ihya çabalarının önündeki en büyük engellerden biri tekfir anlayışıdır. Din üzerine egemenlik kurmak isteyen gelenekçi muhafazakâr zihnin şerhçi anlayıştan beslenen epistemolojik tekfir algısı insanların başını yiyor. Bu kesim her farklı yorumu kendi din anlayışları için tehdit olarak görüyor. Özellikle tasavvuf ve cemaat adı altında neredeyse insanlar üzerine saltanat kuran yapıların, dayandıkları dini anlayışa dönük en küçük eleştiriye çok sert karşılık vermeleri, sitemlerinin geleceğine ilişkin kaygılarından beslenmektedir. Dinde ihya çabaları başarılı olursa saltanatlarının kaybedileceğine dair olan endişe, tarikat ve cemaat yapılarından iktidarlara kadar uzanan geniş bir yelpazeyi oluşturuyor.
İslam düşüncesinin en büyük hukukçularından biri olan Ebu Hanife bile tekfir faaliyetinden nasibine düşeni alıyordu. Onun hakkındaki suçlama ümmetin fitnecisi olmak suçlamasıydı. ( Daha geniş bilgi için Süleyman Uludağ ‘ın ” İslam Düşüncesinin Yapısı” adlı eserine bakılabilir.)”
Bir Müslüman âlimin siyasal iktidar karşısındaki tavrı ne olmalıdır?” konusunda örnek alınacak bir duruşa sahiptir Ebu Hanife. Ebu Hanife’yi hapse attıran siyasal iktidarın resmi hukukçularını kimse hatırlamıyor bugün. Ancak ömrünün tamamını sivil ve muhalif olarak geçiren, son dönemlerinde ise hapse atılıp işkenceye maruz bırakılan bu büyük âlim bize siyasal iktidarın hukuk dışı uygulamaları karşısında âlimin nerede durması gerektiği hakkında eşsiz bir miras bırakmıştır.
İslam dünyasındaki tekfir kültürü yeni arayışların önündeki en büyük engellerden biridir. Bu kültürün yarattığı şerh kültürü ortaya yeni ve özgün yaklaşımların çıkmasını engellemektedir. Yeni düşüncelere karşı eleştiri yerine linç kültürünün egemenliği, İslam dünyasında yetişen beyinlerin başka diyarlara göçüne sebep olmaktadır. Bu nedenle, Ali Şeriati ve Abdülkerim Suruş’u İran’da, Fazlurrahman’ı Pakistan’da, Ebu Zeyd’i Mısır’da, Mustafa Öztürk’ü Türkiye’de yaşatmayan tekfirci kültür mutlaka ortadan kaldırılmalıdır. Tekfir bir de arkasına siyasal iktidar gücünü aldığında ise sorun katmerleşerek büyümektedir.
İslamcılık, bir düşünce olarak tarihte “öze dönüş” ihtiyacından doğmuştur. Eğer özden uzaklaşma varsa bugün bu en üst düzeyde yaşanmaktadır. Dolayısıyla İslamcılıktan vazgeçme değil, tam tersine İslamcılığın zaruri olduğu bir dönemden geçiyoruz.
İnsanları geçmişte kendi hata ve ufuksuzlarını İslamcılığa mal etmeleri ahlaki bir tutum değildir. Herkes kendi hatalarıyla yüzleşebilir. Ancak hiç kimse kendi hataları üzerinden İslamcılığı mahkûm edemez. İslamcılık, İslam’ın temel değerlerinden kalkarak siyasal, toplumsal düzen inşa etmeye çalışan bir yaklaşımdır. Bu anlamda her Müslüman bizatihi İslamcıdır. İslamcılıktan ayrıldığını savunanlar, İslamcılıktan ne anladıklarını, neden vazgeçtiklerini, nereye geldiklerini ifade etmelidir. Ben İslami değerlerin, hayatın her alanına hâkim olması gerektiğini savunuyorum. Çünkü mükemmel olduğuna iman edilen değerlerin siyaset ve ekonomik alanda uygulanmaması gerektiğini savunmak sorunludur. Bu anlamda Müslüman olup, İslami bir düzen arayışına karşı çıkmayı çelişkili buluyorum. İslam mükemmel ise neden siyasette bir yeri ve karşılığı olmasın. Kuşku yok ki, İslamcılık adına ortaya çıkan düşünceler eleştirilebilir. Ancak İslamcılık arayışı mahkûm edilemez.
İslamcılık yapmanın ve tekfir baltasını gömmenin zamanı gelmedi mi?