04.11.2024
İslam dünyasının bir türlü çözemediği iç sorunlar, bir taraftan sorunların derinleşmesine, diğer taraftan enerjilerini bu sorunlarla tüketmelerine yol açıyor. İç çatışmalarla zayıf düşen toplumlar, direniş ve mücadele gücünü kaybettiğinden emperyalist güçlerin müdahalelerine açık hale geliyor. Vahim olanı emperyalist dış sömürgeci güçlerin tutumları, iç çatışmaları çözmeye yetmediği gibi daha da derinleşmesine yol açıyor. Osmanlı Devleti’nin zayıflayıp tarih sahnesinden çekildiğinden beri bu durum böyle devam ediyor.
Batı toplumlarının en büyük başarısı, büyük savaş ve çatışmalar sonrasında sorun çözme yeteneğiyle barışı sağlamalarıdır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, birbirlerine düşman olan devletler ortak bir gelecek için bir araya gelmeyi başardılar. Oysa İslam devletleri ve Ortadoğu halkları hala tarihsel düşmanlıkları aşamıyorlar. Bu anlamda barış adımları atmak şöyle dursun, barışı dillendirmek bile büyük tepkiyle karşılanıyor.
İslam dünyasının kendi sorunlarını çözememeleri, hem toplumsal gerilimi artırıyor, hem de onları dış güçlerin müdahalelerine açık hale getiriyor. Ekonomik, siyasal ve askeri güç dengesinin Batı lehine olduğu bir dünyada Batı’nın sorunlara müdahil olmasını önlemek de zordur.
Çözüm önerisi kimden gelirse gelsin desteklenmelidir. Farklı öneriler sorunun çözümü için faklı düşüncelerin ortaya çıkmasına neden olur. Öyle görülüyor ki, salt güvenlik yöntemlerinde elde edilen başarı sorunun çözümüne yetmiyor. Bu anlamda Devlet Bahçeli’nin “Şayet terörist başının tecridi kaldırılırsa, gelsin TBMM DEM Parti grup toplantısında konuşsun. Terörün tamamen bittiğini ve örgütün lağvedildiğini haykırsın”, R. T. Erdoğan’ın “Cumhur İttifakı olarak açtığımız tarihi fırsat penceresi hırsa kurban edilmemeli” ve Ö. Özel’in “terörün bitmesine, annelerin gözyaşının dinmesine tam destek vereceğiz” açıklamalarını önemsemek gerekir. Öyle görülüyor ki, Kürt sorunu konusunda Bahçeli, Türkiye kamuoyunda etkileri derin olacak en büyük adımı attı. Önümüzdeki günlerde Türkiye ilginç gelişmelere gebedir.
Bu tür büyük sorunların çözümü güven ve sabır gerektirir. Tarafların siyasal hesaplarını sorundan daha önemli çıkardıkları bir ortam sonuç verici olmaz. Tam bu noktada tarihe damga vuracak büyük zihinlere ihtiyaç vardır.
İleride ortaya çıkması muhtemel görülen çok daha büyük risklere karşı keskin siyasal öneriler yapılabilir. Asıl soru, Devlet Bahçeli gibi Kürt sorununa duyarlı ve güvenlik merkezli siyaset üretme potansiyeli en yüksek olan kesimin temsilcisinin böyle radikal bir söyleme neyin ikna ettiğidir. Öyle görülüyor ki, ileride Batı tarafından bölgede hedeflenen yapılanma, Türkiye’yi önemli ölçüde tedirgin etti. Türkiye siyasal aklı bu yapılanmaya müdahil olmak ve cevap vermek istiyor. Bu süreçte geleneksel politikalardan farklı radikal kararların alınması doğaldır. Tabi ki, çözüm sürecinde olduğu gibi, bu süreci engellemeye çalışan ve çatışmadan beslenen iç ve dış aktörler olacaktır. Kürt sorununu büyük ölçüde güvenlik meselesine indirgeyen iktidarın bu önerisi gerçekten de radikaldir.
Kürt sorununu kimin nasıl anladığı ve anlamlandırdığından çok, öne çıkarmamız, önemsememiz ve üzerinde düşünmemiz gereken soru şu: Türkiye hangi büyük riskleri gördü de böyle radikal bir kararın eşiğine geldi. Kuşkusuz bu iç sorunlardan daha çok, Ortadoğu’da olası gelişmelerle ilgilidir. Kuşku yok ki, Türkiye’yi yakından ilgilendiren gelişmelerin odağında Kürtler duruyor.
Gelişmeleri siyasal anlamda avantaja dönüştürmek isteyen çetışmacı söylemler de ortaya çıkacaktır. Musavvat Dervişoğlu’nun urgan şovu, çatışmayı temel alan milliyetçiliğin ucuz tepkisi olarak tanımlanabilir. Bu noktada Kürt sorununda kimin ön açtığı ile değil, sorunun tartışılmasına neden olmasını önemsemek gerekir. Bu tür süreçlerin bekleyen en büyük zorluk, etnik milliyetçiliğin yükselme risklidir. Süreç bütün toplumsal kesimlerin duyarlılıklarına dikkat edilmelidir. Türk Ocakları Genel Merkezinin açıklaması, olaylara ne kadar miyop baktıklarını gösteriyor. Unutulmamalıdır ki, sert ideolojiler çatışmadan ve düşmanlıktan beslenir. Toplumsal barış onların zihninde yoktur.
Kürt sorunu konusunda ne zaman hamle yapılsa, toplumu derinden sarsan terör eylemleri devreye giriyor. Barışın düşmanı olan varlığı çatışma ortamına bağlı olan güçler var ne yazık ki. Ankara’daki terör eyleminin mesajı şu: Her ne yapmaya çalışıyorsanız, ondan vazgeçin. Terör insanlık suçudur ve hiçbir şekilde mazur görülemez. Bundan dolayı atılması gereken adımlar, terörün kör hareketlerine kurban edilmemelidir.
Öte yandan “Milli çıkarlar” etrafında oluşan ulus devlet siyaseti sorunları daha da derinleştirmektedir. Milli çıkarlar, kavramsallaştırması, İslam dünyasını felç etti. Milliyetçilik, milli çıkarlar, devletin ali menfaatleri gibi kavramlar, İslami duyarlılığı önemli ölçüde zayıflattı.
Hak, hukuk, adalet yerini ” Devletin ali menfaatleri “olduğu anda, hukuk devleti inşa etmek mümkün değildir. Ne yazık ki, Türkiye siyasal aklı otoriterliğe, devletin kutsallığına, devletten topluma doğru bakmaya, milliyetçiliğe yatkındır. Böyle bir zihnin, diğer konulara olduğu gibi, Kürt ve mülteciler konusuna da insanı açıdan bakması mümkün değildir.
Yakın tarihimize bile baktığımızda, devletten kaynaklanan bir sürü hak ihlali vardır. İstiklal Mahkemeleri, Ali Şükrü Bey’in katledilmesi, Kazım Karabekir ve Rauf Orbay gibi İstiklal Savaşı kahramanlarının yargılanması, 27 Mayıs yargılamaları, 12 Eylül hukuku, 28 Şubat ve 15 Temmuz yargılamaları… Devletin çok sayıda hukuk ihlalinin aktörü olduğunu gösteriyor. Ancak Türk devlet geleneği şunu söyler. Devletin devamı için kardeş katli vaciptir ” Bu anlayışın dayanağı Fatih Kanunnamesindeki şu maddedir: ‘‘Ve her kimseye evlâtlarımdan saltanat müyesser ola, Nizam-ı Âlem için karındaşların katl eylemek münasiptir. Ekser ulema dahi tecviz etmiştir. Anunla amil olalar.’’
İnsanlar, tarihsel süreçte sabit özneler değildir. Siyasal koşullar, toplumsal süreç değiştikçe bir sorun hakkında çözüm önerileri de değişir. O yüzden dün şöyle diyordu bugün şöyle diyor şeklindeki bir karşı çıkışın anlamı yoktur. Bu nedenle Devlet Bahçeli’nin çıkışı dünkü söylemleri üzerinden değerlendirilmemelidir. Söyledikleri elbette analiz edilip eleştirilebilir. Zaten yapılacak eleştiriler konunun çözümüne katkı yapacaktır. Çünkü sürekli bir sorunu yokmuş gibi davranmak, sorunun çözümüne katkı yapmadığı gibi daha da karmaşık hale getiriyor.
Öte yandan, bir konuda tartışma yaparken konuya değil, söyleyen kişiye odaklanmak büyük bir zaaftır. Bu da siyasal kamplaşmanın doğurduğu olumsuz bir sonuçtur. Kimin söylediğine değil, ne söylediğine odaklanmak çok daha doğru bir yaklaşımdır. Ancak ideolojik körlük, insanların düşüncelerini sabitliyor. İdeolojik körlüğün yaygın olduğu toplumlarda müzakere yapmak bir hayli zordur.
Değişim ve yeni fikirlerden en çok muhafazakar ve milliyetçiler, statükoyu korumak isteyenler ürker. Çünkü insanları ve toplumları sabit özneler olarak görürler. Oysa her yeni durum, sosyolojik ve siyasal açıdan farklı değerlendirmeler gerektirir. Zaman ve koşullar değiştiği halde hep aynı düşüncede olmak tutarlıdır ancak doğru değildir. Sert ideolojilerin açmazı her tür değişimi tehdit görerek sabitlenmektir. Kaldı ki dünkü çözüm önerileri bugünün gelişmeleri karşısında yetersiz hatta anlamsız kalabilir. Öte yandan elbette düşüncenin sabiteleri olmalıdır. Bu durum bir inanç sistemi olan İslam için de geçerlidir. Bazı konular değişmez itikat ve ahlak alanına aittir. Bazı konularda içtihat alanına aittir. İtikat ve ahlak alanına ait olanlar değişmezken, içtihat alanına ait olanlar zamanla değişebilirler. Örneğin tevhit, adalet, liyakat, şura, doğruluk değişmez alana aitken, devletin biçimi ve işleyişi gibi siyasal konular içtihat alanına aittir. Buradaki sorun değişmez ve değişkenleri karıştırmaktır. Değişmez değerleri değiştirmeye kalkarsanız, ortada inanç sisteminin temel değerleri kalmaz, değişmesi gereken değerleri sabit tutarsanız muhafazakarlaşıp donuklaşırsınız. Türkiye toplumu sistem konusundaki siyasal kararları değişmez, ilkeler olarak görmeye yatkındır. O yüzden örneğin değişken siyasi alana ait bir konu olan federasyonu ve farklı çözüm önerilerini tartışmayı şiddetle reddediyor. Oysa bir sistemin değişmez değer adalet ile din ve vicdan özgürlüğüdür. Öte yandan anayasanın ilk dört maddesi değişken siyasi değerlerdir. Bir dönemin tarihsel koşullarına göre belirlenmiştir. Bu yüzden tartışılmaya açık olmalıdır. Önümüze gelen sorunu, bu dört maddeyi kısmen veya tamamen değiştirmeden çözemiyor isek ne yapacağız? Ya sorunu ret edeceğiz ya da sorunun çözümüne katkı yapacak bir siyasal model arayışına gireceğiz. Türkiye’de bazı insanlar sistemi dönüştürmek yerine sorunu reddetmeyi tercih ediyorlar. Bu da çözümsüzlüğü kronikleştiriyor.
İslam inancı, insanlar arasında takvanın dışında bir ölçüde yer vermez. Takva, insanın ya da devletin karar vereceği bir konu değildir. Bu anlamda insanlar elbette eşit değildirler. Öte yandan hak ve özgürlükler ise topluluktan topluluğa değişmez. Hak ve özgürlükler karşısında tüm insanlar eşittir. Bir topluluğun kullandığı bir hakkı diğer topluluk için yasak sayamayız. TBMM’de herhangi bir milletvekili Kürtçe bir ifade kullanıldığında bu ifadenin kayıtlara bilinmeyen bir dil olarak geçmesi 2024 yılında kabul edilebilir bir tutum olabilir mi? Kürtçe bizim için bilinmeyen bir dil olabilir mi? Böyle bir ifade kabul edilebilir mi? Diyelim ki TBMM’ de Türkçe dışında bir dil kullanmak yasaya aykırı. Peki, kişi İngilizce bir kelime kullansa, bunun karşısına bilinmeyen bir dil yazılıyor mu? Kürtçenin bilinmeyen bir dil olarak kayıtlara geçmesi Türkiye sosyolojisine uyuyor mu? Bu sorularla cesaretle yüzleşmek gerekiyor. Devletin Kürtçe bir kanal açtığı yerde, Kürtçenin bilinmeyen bir dil olarak ifade edilmesi trajikomik değil de nedir.
Çözüm halkımızın dil ve kültürünü kabul etmemekten değil, devletin yapısını değiştirmekten geçiyor. Uzun süredir Türkiye’nin gündeminde olan anayasa tartışmaları da buna işaret ediyor.
Büyük sorunların çözümünde muhatabı belirlemek son derece önemlidir. Sorunun tarafı olan aktörlerin hiçbirini göz ardı etmemek gerekir. Bu da sabırlı ve ince bir işçiliği gerektiriyor.
İdeolojik kamplaşmanın ve ötekileştirmenin yüksek olması, toplumsal kesimler arasındaki güveni ortadan kaldırıyor. Birinin çözüm önerisi öteki tarafından ihanet olarak okunuyor. Bu durumda sorumluluk toplumsal kesimlerin siyasal aktörlerine düşüyor. Siyasal aktörler de çatışma kültürünün tarafı ise sorunların çözümünde adım atmak zorlaşıyor.
Öte yandan süreç birbirine zıt tutarsız kararlarla devam ediyor. Bu anlamda gerçekten ilginç bir ülkeyiz. Hem PKK’nın bir numaralı ismini “Umut hakkı” kapsamında TBMM’de konuşturmayı düşünüyorsun, hem de Esenyurt Belediye Başkanını, terörist diye tanımladıklarınla görüştü diye tutuklattırıyorsun. Üstelik iktidar adına bazı açıklamalar tutuklamanın zamansız olduğuna vurgu yapıyor.
Bu durumda farklı senaryolar ortaya çıkıyor.
1- Süreci yönetenler sürece hakim değil
2- Devlet içinde bir grup, siyasal iktidarın hamlelerini işlevsiz kılmak istiyor.
3- Yapılanlar arasında bir çelişki görülmüyor.
Süreci sürdürürken birbiriyle çelişik kararların alınmaması gerekiyor.
Çatışmak kolay, barış ise helalleşip yeni bir başlangıç yapmayı gerektirir. Sorunlarını sürekli çatışarak çözmüş bir kültürel zeminde barış bir hayli zordur. Af ve barış teklifi bile büyük fırtınalar koparmaya yetiyor.
Barış hayalinin konuşulması bile ne kadar güzeldir. Uluslararası konjonktürün yarattığı riskler Kürt sorunu konusunda bazı adımların atılmasını zorunlu kılmıştır. Kuşkusuz sürecin imkan ve riskleri olacaktır. Umarım süreç Türkler ve Kürtlerin geleceği açısından olumlu bir sürece evrilir. Devlet aklı, Kürtlerde oluşacak duygusal ve fiziksel kopuşun yaşanılan coğrafyada oluşturacağı risklerini görerek önlem almaya çalışıyor.
Aydınlar ve kanaat önderleri bu sürece olumlu katkı vermekle yükümlüdür.
One thought on “Yusuf Yavuzyılmaz Yazdı: Kürt Sorunu”