24.04.2021
“Hz. Osman’dan Kaddafi’ye kadar egemen olan kod, zorla gelip, zorla gitmektir”.
(Cabiri)
İslam tarihinin en önemli sorunlarından biri, kamu hukuku oluşturma konusundaki eksiklikleridir. Kuşku yok ki, bunun tarihsel kültürel ve dini nedenleri vardır.
İlhami Güler, “Otorite ve Din” adlı çalışmasında, iki makalede kamu hukukunu tartışıyor: “Türkiye’de zayıf kamu bilimcinin teolojik kökleri üzerine” ve Müslüman Dünyada ve Türkiye’de kamu hukuku neden zayıf.”
Kamu hukuku, herkesin görev ve yetkilerinin tanımlandığı, sadece belirli seçkinlerin değil, herkesin aktif olarak katıldığı, hukukun üstünlüğünü ifade eder. Bu durum iktidar sahiplerinin hukukun üstünde ve dışında bir konuma sahip olmadığının tescilidir aynı zamanda.
Öte yandan kamu hukuku, “Onların kamusal işleri aralarında şura iledir”(42/38) ayetinin işaret ettiği doğrultuda değil, iktidar sahiplerine Allah’ın halifesi ayrıcalığı üzerinden yürümüştür.
“Allah’ın halifesi” kavramı, son tahlilde iktidar sahiplerini yargılayacak dünyevi bir otoritenin olmadığına işaret ediyor. İktidar sahiplerini yargılayacak ve denetleyecek dünyevi bir otoritenin yokluğu, gücün kontrolsüz kullanımına ve keyfiliğe yol açmaktadır. Bu durumda kamu hukuku alanında önemli bir boşluk oluşturuyor.
İlhami Güler’e göre özel mülkiyet konusu kamu hukukunun oluşmamasının temel nedenidir. “Özel mülkiyet, özgürlüğün ve hukukun temelidir. İslam imparatorluklarında toprak mülkiyetinin devlet ağırlıklı olması, bireysel özgürlüklerin ve hukuk devletinin gelişmesini engellemiştir. Bunların, Avrupa’da burjuva sınıfının feotalite/derebeyliği, Kilise ve krallığa karşı verdiği mücadele ile gerçekleştiği biliniyor.”(1)
İlhami Güler, Kur’an’daki “hududullah” kavramını “hukukullah” olarak okumakta, kavramın ibadetler alanı ile değil, kamu hukuku alanıyla da ilgili olduğunu savunmaktadır. Kuşku yok ki, kul hakkı, emanet, ehliyet kavramları kamu hukuku ile ilgili kavramlardır. İşin ilginç tarafı bu kavramların tarihsel süreçte ihmal edilmesidir. Bunun en büyük nedeni oluşturulan hilafet/saltanat modelinin bu kavramlara ihtiyaç duymamasıdır. Benzer şeklide anayasa ve sözleşme temelli bir siyasal anlayışın oluşmaması da buna bağlıdır. Hz. Peygamber’in Medine’de uygulamaya koyduğu ve kamu hukukunun çerçevesini oluşturan Medine Vesikasının uzun yıllar boyu görmezden gelinmesinin altında, Bizans ve İran geleneğinin etkisiyle oluşan müzakere ve kamu hukukuna ihtiyaç duymayan tarihsel model vardır.
Demokratik hukuk devletleri siyasal iradeyi kamu hukukunun üstünlüğüne verir. Bunun en önemli ilkesi kuvvetler ayrılığı ilkesidir. Yasama-yürütme ve yargının ayrı ergler tarafından yürütülmesi siyasal iktidarın denetiminin önünü açar.
Avrupa’da ulus devletlerin ortaya çıkamaya başlamasıyla ortaya çıkan kamu hukuk anlayışının İslam toplumlarında yeterince gelişememiş olmasının temelinde İlhami Güler’e göre şu gerekçe yatmaktadır: “İslam toplumlarındaki ulus devletler, Avrupa’nın yüz yıl önceki totaliter devlet aşamasında kalmışlardır. Ne demokrasi, ne de hukuk devleti gelişebildiği için kamu kavramının siyasi ve hukuki boyutları olabildiğince zayıftır.”(2)
Türkiye’de Cumhuriyet kurulduktan sonra Tek adam, tek parti rejimi üzerinden bürokratik bir vesayet sistemi oluşturulmuştur. 1950 yılındaki kırılmaya karşın, bürokrasinin sistem üzerindeki egemenliği darbelerle tahkim edilmeye çalışılmıştır. 2000’li yıllarda Ak Partinin iktidara gelmesiyle, Avrupa Birliği ve demokratik reformların sistemin demokratikleşmesi yolunda önemli adımların atılmasını sağlamış ise de, 15 Temmuz Darbe girişimi sonrası yeniden demokratik alan daralmaya başlamıştır.
İslam siyasal tarihinde, siyasi otoritenin oluşması konusunda kabile ve saltanat faktörünün belirleyici hale gelmesi konusunda kırılma noktaları; “1- Fethedilen bölgenin tarım arazilerinin, önceki sahiplerinin “özel mülkü” olmaktan çıkarılıp, devletleştirilmesi. 2- Siyasi otoritenin “kabile-aileye” geçmesi”(3) olmuştur. Oluşan yeni yönetim mantığı ile, “İslam toplumunun yöneticiyi denetleme hakkı yoktur. Çünkü halife, biatın verdiği yetkiyle, halka karşı değil, Allah’a karşı sorumludur. (4)
Cabiri’ye göre sorunun temelinde hilafet sistemi ve bu sistemde bulunan anayasal boşluklar yer almaktadır. Bu anayasal boşluklar şunlardır:
“1- Halifenin tayini için tek bir hukuki yöntemin bulunmayışı,
2- Halifenin görev süresinin sınırlandırılmaması,
3- Halifenin yetki ve tasarruflarının sınırlandırılmaması.”(5)
Öyle görülüyor ki, Müslümanların kamu hukuku oluşturamamalarının önünde tarihsel nedenler bulunmaktadır. Bu nedenlerin başında,hilafetten saltanata geçiş, Suçların cezasının ahrete irca edilmesi gerektiğini savunan Mürcie akımının egemenliği, insanın sorumluluğunu ortadan kaldıran kader anlayışı ve bununla bağlantılı olarak siyasal iktidar sahiplerinin sorumluluklarını engelleyici fıkıh anlayışı yer almaktadır. İktidar sahiplerini denetleyen kurumların olmayışı ve iktidar sahiplerinin halka karşı değil de Allah’a karşı sorumlu olmaları da bir başka etkendir.
İktidar sahiplerinin “Allah’ın yeryüzündeki temsilcileri olarak tanımlanması, insani düzeyde denetimlerin önünü tıkamaktadır. “Allah’ın halifesi” kavramsallaştırmasının, “Allah’ın yeryüzündeki otoritesine” dönüşmesi kamu hukukunun oluşmasının önündeki en büyük engeldir. Cabiri’nin de haklı olarak işaret ettiği gibi, Hz. Peygamber dönemindeki yönetimin temel ilkeleri şunlardır:
“1- Şura
2- Sorumluluk ve bunun toplum bünyesindeki dağılımı
3- Yönetim, siyaset ve hakkında herhangi bir nass bulunmayan diğer dünya işlerinde İslami karakteri oluşturan üçüncü unsur, “Siz dünya işlerini benden iyi bilirsiniz” hadisi.”(6)
Öte yandan sağlıklı bir siyasal sistem ve kamu hukukunun oluşturulması için kuvvetler ayrılığı ilkesi şarttır. Zira kuvvetler birliği siyasal ergin hiçbir koşulda yargılanamayacağı ve hukuki denetime tabi tutulmayacağını hedefler. Türk siyasal tarihinde kuvvetler ayrılığı ilkesinin 1960 Darbesine kadar olmadığını belirtmek gerekir. 1950 seçimlerine kadar CHP’nin yaşadığı güç zehirlenmesini ne yazık ki, ona karşı siyasal arenaya çıkan DP’de yaşamıştır. Sonucun çok trajik olduğunu belirtmeye gerek yoktur sanırım. Buradan çıkan sonuç, mutlak iktidarın son derece sorunlu olduğu ve mutlaka denetlenmesi gerektiğidir. Bu seçilmiş siyasal iktidarı askeri ve sivil bürokrasinin, yargıçların vesayetine bırakmak değil, hukuk ve adaletin denetimine açmaktır. Taha Akyol’a göre, Menderes Döneminde yaşanan ve darbeye giden yolun sebepleri, “kuralların ve kurumların zayıflığı, Cumhuriyetin başından beri uygulanan partizan cumhurbaşkanı, güç kavgasının çığırından çıktığı siyasal kültür, hırçın muhalefet anlayışıdır.”(7)
Sağlıklı bir hukuk devleti inşa etmek için; kelami ve fıkıh düzeyinde sadece Allah’a karşı değil, aynı zamanda halka karşı hesap verebilir konumda olmak; siyasal anlamda seçimle gelmek; hukuksal anlamda denetlenebilir olmak temelinde bir kamu hukuku oluşturmak gerekmektedir.
Sağlıklı bir kamusal hukuk inşa edilemeyince kişiler etrafında oluşan lider kültü siyasal ortamı belirleyici olmaktadır.
- İlhami Güler, Din ve Otorite, Ankara Okulu Yayınları, s: 54
- İlhami Güler, Din ve Otorite, Ankara Okulu Yayınları, s: 55
- İlhami Güler, Din ve Otorite, Ankara Okulu Yayınları, s: 58
- M.A.Cabiri, Çağdaş Arap-İslam Düşüncesinde Yeniden Yapılanma, Mana Yayınları, s: 88
- M.A.Cabiri, Çağdaş Arap-İslam Düşüncesinde Yeniden Yapılanma, Mana Yayınları, s: 92-93
- M.A.Cabiri, Çağdaş Arap-İslam Düşüncesinde Yeniden Yapılanma, Mana Yayınları, s: 98-99
- Taha Akyol, Kuvvetler Ayrılığı Olmayınca, Doğan Kitap, s: 427-432