17.10.2021
“Diktatörlük günahı yasaklasa bile ahlaksızdır, demokrasi ona izin verse bile ahlaklıdır. Ahlakilik özgürlükten ayrılamaz. Ancak hür fiil ahlaki fiil olabilir. Bir diktatörlük özgürlüğü, dolayısıyla seçme imkanını ortadan kaldırmak suretiyle, kendi temellerinde ahlakın nefyini içerir. Bu noktaya kadar, tarihteki tüm tezahürler ne olursa olsun, din ile diktatörlük birbirini karşılıklı olarak dışlarlar.”( Aliya İzzetbegoviç, Özgürlüğe kaçışım/ Zindandan Notlar, Klasik Yayınları)
Özgürlük, insanoğlunun en değerli ahlaki edimidir. Bu yüzden özgürlüğe dayanmayan hiçbir eylemin sorumluluğundan söz edemeyiz. Bu anlamda özgürlük sorumluluğun ön şartıdır. Siyaset alanında insan eylemlerini anlamlı kılan özgürlüktür.
Fatalist, kaderci ve determinist ahlak anlayışları özgürlüğü dolayısıyla eylemlerin belirleyiciliğinde bireyin seçimlerini ortadan kaldırdığı için ahlaki değildir. Her halükarda özgürlük sorunluluğun ön şartı olarak karşımıza çıkar.
Siyasal anlamda seçimin öne çıktığı yönetimleri otoriter yönetimlere tercih etmenin temelinde, bireyin özgür seçimi yer almaktadır. Bundan dolayı seçime dayanmayan adil bir kral olsa da bu ahlaki değildir.
Siyasal anlamda iktidarın nasıl bir yöntemle belirleneceği sorusu, temel sorulardan biridir. Totaliter toplum projeleri özcü olduklarından yöneticilerin seçimle değil belirleme ile olması gerektiğini savunurlar.
Öte yandan seçmen olabilme yeterliliğini bir takım özelliklere bağlayan yaklaşımlar, Platon’dan beri, elitist bir tavır takınmışlardır. Bu anlayışa göre yetkin olmayan kişilerin, sağlıklı karar veremeyeceklerinden dolayı, oy kullanma yeterlilikleri de olmamalıdır. Günümüzde totaliter yönetimleri besleyen en önemli yaklaşım budur.
İslam dünyasında otoriterliğin kaynaklarının en başında “Allah’ın halifesi” kavramı gelmektedir. “Allah’ın halifesi” kavramı, iktidarı hangi yöntemle ele geçirirse geçirsin, iktidar sahiplerine meşruiyet ve dokunulmazlık sağlar. Dokunulmazlığın alt yapısını halife olması, meşruiyetin alt yapısı ise kader kavramı oluşturur. Bu durum halifeye karşı oluşan muhalefetin meşruluğunu tümüyle ortadan kaldırır.
Allah’ın kaderi doğrultusunda gerçekleşen bu duruma kimsenin itirazı olamaz. Çünkü kimin yönetici olacağı önceden Allah’ın ezeli ilmiyle belirlenmiştir. Bu durumda iktidar sahiplerine yapılacak eleştiri Allah’ın tercihine eleştiridir. Bu algılama biçimi muhalefeti meşru alanın dışına çıkardığı gibi, Allah’ın kaderine karşı çıkan bir hareket olarak tanımlamaktadır. Ne yazık ki bu tür anlayış hala sosyal zeminde yaygındır. Özelde iktidar sahiplerinin genelde insanların sorumluluklarını ortadan kaldıran kelami yaklaşımın yaygınlığını mutlaka ortadan kaldırmak, onun yerine, insan özgürlüğünü temel alan bir yaklaşımı yerleştirmek gerekir.
Türk siyaset geleneğinde otoriterliğin tarihsel bir geçmişi vardır. Otoriterlik geleneği hemen tüm ideolojilerin içine sinmiştir. “Devletin mutlaklaştırılması- fetişleştirilmesi sadece sağın değil Türkiye’de solun da sürdürdüğü bir siyasettir. Sol- devlet ilişkisi çözümlenmesi gereken başlı başına bir sorunsaldır.” (1) Siyasetin sorumluluğunun açığa çıkması, böyle bir siyasal zihniyetin beslediği toplumda oldukça zordur.
Türk siyasetinin önemli bir sorunu da siyasal partilerin iktidar sürecinde söylemlerinde oluşan farklılıktır. Muhalefetteyken demokrasi, insan hakları, vefakarlık, kardeşlik ön plandadır. Çünkü paylaşılacak hiçbir şey yoktur. İnsanların karakterleri ve davranış biçimi güç eline geçince başlar. Maalesef birçok idealist insanın, güç eline geçince, bürokraside bir yer işgal edince nasıl savrulduğunu trajik bir şekilde bize gösteriyor.
Muhalefetteyken, güçsüzken, gizlenen, bilinçaltına itilen duygular güç eline geçtiğinde ortaya çıkar. İktidar sürecinde, insanların özenle gizledikleri ikinci yüzü ele karşılaşırsınız. Yaşadığımız süreç bunu bütün açıklığı ile ortaya çıkarmıştır.
Adalet arayışının en önemli figürlerinden biri olan Ebuzer söylemlerindeki dönüşüm, insanların dönüşümü hakkında yeterince bilgi vericidir. Devrimci zamanlarında Ebuzer’ i yücelten çok sayıda kişinin büyüyüp hali vakti yerinde olduğunda bu ismi bir daha ağzına almadığı görülmektedir.
Kolay değil, binlerce liralık bir servetin üzerinde oturup, kefen bezi bile bulunmayan birini savunmak. Hayat çoğu kez ideallerin toprağa gömüldüğü, hırsların, çıkarın galebe çaldığı bir serüvendir.
Otoriterliğin en önemli göstergelerinden biri de tekfir ideolojisidir. Her farklı düşünceyi küfürle karşılamak ve tekfir ideolojisine sarılmak kuşku yok ki çağdaş dönemde Haricîliğin temel ideolojisinin yeniden canlandırılmasıdır. Unutmayalım ki, Hariciler, Kur’an’da başka hiçbir delil kabul etmiyorlardı. İbadetlerine son derece düşkündüler. Ama bu durum onların Hz. Ali’yi kafir ilan etmelerini engellemiyordu. Bir insanın sadece Kur’an sloganıyla ortaya çıkması sağlıklı düşündüğünü göstermeyebilir. Nitekim kendilerin İslam olarak tanımlayan bazı çağdaş Harici terör grupları Müslüman kanı dökmeye devam ediyorlar.
Özgürlük ve sorumluluk arasında nasıl bir denge kurmak gerekir. Hiç kuşkusuz sorumlu olabilmek için başka türlü davranmanın imkanı da olmalıdır. Dolayısıyla sorumluluk için özgürlük ön şarttır. Bir başka konu da iyi ve kötü nedir konusunda birey bilgi sahibi olmasının sorumluluk için gerekli olduğudur. Eğer iyi ve kötü için elimizde bir ölçüt yoksa insan davranışlarını neye göre yorumlayacağız? İşte tam bu noktada vahiy devreye girer ve bize evrensel davranış ölçütlerini verir ve kimseyi bunu kabul etmeye zorlamaz. Toplumsallık alanında ise bizim inancımızı başkasına zorla kabul ettiremeyeceğimize göre, farklı toplumsal gruplar arasında anlaşma yapmak gerekir. İşte siyasal anlamda “Medine vesikası” bu arayışın ilk ürünlerinden biridir.
Müslümanlar sürekli olarak özgürlüğü tercih etmelidir. Bu anlamda hiçbir zaman baskıcı, otoriter, elitist, askeri veya yarı askeri diktatörlükleri demokrasiye karşı tercih etmemelidirler. Baskının olduğu yerde, ikircikli davranışların artacağı kesindir. Bundan dolayı İster Kemalizm isterse İslam adına yapılsın bireyi zorlayan davranışlar münafık tipler üretir. İçten gelen bir bağlılıkla ibadet etmeyen insan dışsal baskıdan dolayı istemediği bir eyleme zorlanır. Bu da ikili bir psikolojik yapı üretir. İnsanları bu korkudan ve kişilik bozukluğundan kurtarmak için özgür bir ortam hazırlamak gerekir. Namaz, oruç, hac gibi ibadetleri cezalandıracak dünyevi otorite yoktur. Cezalandırılması istenen davranışlar hırsızlık, yalancılık, adaletsizlik ve iftira gibi toplumsal boyutu olan suçlardır. Hiç kuşkusuz bütün ideolojik sistemler, insanı belirli bir değerler modellemesi içinde yetiştirmeyi ve kendi dişlileri arasında yer almasını ister. Bu amaca ulaşmak için gerekli kurumları oluşturur. Bu kurumlar da genellikle özgürlüğü sınırlandıran ve sorumluluğu öne çıkaran bir yaklaşımdan beslenir.
Öte yandan felsefi anlamda özgürlük tanımı kültürel ve ideolojik bir tanımdır. Modernite ve onun temeli olan aydınlanma ve hümanizm felsefesine göre özgürlük, insanın Tanrıya karşı olması ve kendini en büyük değer olarak görmesi ile gerçekleşecek bir durumdur. Bu anlamda özgürlük düşüncesinin mottosu, ‘ne Tanrı ne de efendi’dir. İslam inancına göre ise insan Yaratıcısı ile bağını ne kadar güçlü kılarsa o kadar özgür olur. Özgürlük, kişinin her türlü dışsal etkiden kurtularak hakiki değerlerle bağlantı kurması sonucu kazanılan bir erdemdir. Yani İslam’ın özgürlük dediği Batı için köleliktir ya da özgürlük kaybıdır. İslam’da insan Tanrı ‘ya yaklaştıkça, Batı’ da ise uzaklaştıkça özgürleşir.
Bir insanın Allah’a bağlılığı ( kulluk) özgürlük müdür, yoksa özgürlük yitimi mi? İslam açısından bir insanın bütün bağlılıkları reddederek ulaşabileceği en büyük özgürlük Allah’a kulluk bilincidir. Aydınlanma felsefesinin çocuğu olan Marksizm, Hümanizm, Sosyalizm, Egzistansiyalizm gibi modern ideolojilere göre ise Allaha inanç aslında insanın özgürlükten kaçışıdır. Özgürlük, kadın hakları, eşitlik, bağımsızlık gibi kavramlar bağlı bulunduğunuz paradigmaya göre değişir.
Kavramları tanımlamadan, hangi pencerenin ışığından yaralandığınız, hangi paradigmanın değerlerinden yaralandığınız belirleyicidir.
Müslümanlar her halükarda seçimli siyasal sistemi savunmalıdır. Demokrasiye Batı sistemi olarak bakıp, küfürle eşitlemek doğru bir yaklaşım değildir. Bütün eleştirilecek yanlarına karşın demokratik model, açıklık, şeffaflık ve hesap verilebilirlik anlamında, İslam siyasal aklının ürettiği Şii imamet modeli ve Sünni hilafet modelinden daha ileri ve daha İslami bir modeldir. İslam dünyası, halk iradesi dışında diktatörlerini değiştirmesi oldukça zordur.
İnsanlık tarihi katliamların ve zulümlerin büyük çoğunlukla devletlerin egemenlik mücadelelerinden kaynaklandığını gösteriyor. Çoğunlukla devlete sahip olmak insanları özgürleştirmiyor. Bu sefer de adil olmayan devlete karşı özgürlük mücadeleleri başlıyor. Her toplumun olduğu gibi Kürtlerin de devlet isteği Sünni ilahiyata uygun bir istek. Bilindiği gibi Sünni siyaset anlayışı, “Zalim bir idarecinin yönetimi, yönetim kaosundan ya da yöneticisizlikten iyidir” tezi üzerine oturur. Ama bu konuda atılan tüm adımları kabul ediyorum anlamına gelmiyor bu. PKK ideolojisi ve pratiği, hukuk devleti açısından fazlasıyla ürkütücüdür.
İranlı Abdülkerim Suruş, İran devriminin ilerleyen aşamalarında “bunu mu hedeflemiştik “sorusunu sorar ve İran yönetimini “Ateist yetiştiren molla yönetimi ” olarak tanımlar. Türkçe de bir deyim var: “Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak” diye. Mevcut durumdan daha iyi bir gelecek vaat etmeyen, dahası bunu pratiğe yansıtamayan bir hareketin başarılı olması gerçekten zor.
Hayat gerçekten trajik; devletsiz yaşayanlar bir devlete sahip olmanın ütopyası içinde yaşarken, devleti olanların çoğu demokratik bir hukuk devleti için çaba harcıyor. Öte yandan, “Herkesin mutlu olacağı ideal bir yönetim mümkün mü?” sorusu siyaset felsefesinin en önemli sorularından biridir ve bu sorusuna olumlu cevap vermek oldukça zor. Galiba insan doğası buna imkan vermiyor. Geriye hak, adalet, özgürlük uğruna mücadele etmek kalıyor.
En trajik olan ise özgürlük için mücadele ettiğini sanan bir bireyin, tam tersi bir gücün iktidar olmasına yardımcı olması ihtimalidir.
- Hasan Bülent Kahraman, Türk Siyasetinin Yapısal Analizi I, s: 107