17.07.2023
“Kuşaklar boyu okuduğumuz beş kitap yoktur” diyor Ahmet Hamdi Tanpınar. Bu durum hem Türkiye’nin tarihsel mirasının üzerinde mutabakat sağlanamadığını, hem de mevcut durumdaki bölünmüşlüğünü ifade ediyor. Farklı toplumsal kesimler arasındaki uzaklık ve farklılaşma, ortak bir tarihsel hafızamızın yokluğuna işaret etmektedir. Bundan dolayı bu toprakların tarihsel derinliğini oluşturan İslam, Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemine dair ortak bir hafızamız yok.
Öyle görülüyor ki, Cumhuriyet modernleşmesi ile başlayan süreç, tarihsel algımızı reddediş üzerine kurmaya çalışmıştır. Bu durum tepki olarak başka bir tarihsel hafızayı ortaya çıkarmıştır. Tarihsel hafızası bu kadar yarılmış ve birbirinden uzaklaşmış yapılarda, barış içinde bir arada yaşama ve toplumsal açıdan oluşan yaralı bilinci aşma ödevi öncelikle aydınların ve siyasilerin omuzlarındadır. Ne yazık ki aydınlar ve siyaset genel anlamda ötekileştirme üzerinden yürümektedir. Bu çatışmacı ve ötekileştirici iklim, taşıdığı tahrip edici güç dolayısıyla, giderek çatışmayı daha da derinleştirmektedir.
Tarihsel algıları bu kadar farklı olan toplumlarda “biz kimiz” sorusuna cevap vermek zor olduğu gibi, ortak bir gelecek misyonu oluşturmak da zordur. Asıl sorun, Türkiye toplumunun büyük kısmını oluşturan Türk, Kürt ve İslam arasında anlamlı bir sentez oluşturamamanın doğurduğu politik gerginliklerdir. Cumhuriyetin kurulduğu dönemlerde ortaya çıkan resmi söylemin Türkiye’yi sosyolojik olarak taşıması zordu. Çünkü resmi söylemin çerçevesini çizdiği sosyoloji, var olan sosyolojiyle uyuşmuyordu. Türkiye tarihine bu gerginlik damgasını vurmuştur. Politik farklılaşma çizilen resmi söylemin etrafında veya karşısındaki kümeleşmenin tarihidir aynı zamanda.
Farklı tarihsel hafızadan beslenen ve farklı Türkiye tasarımları olan her toplumsal kesim, diğerini tehdit olarak görüyor. Bu çatışmacı ve ötekileştirici iklimin beslediği kutuplaşmayı mutlaka aşmak gerekir. Burada öncelikli sorumluluk siyaset kurumuna ve aydınlara düşmektedir. Ancak öyle görülüyor ki, aydınların büyük çoğunluğu toplumsal barış yerine çatışmayı temel alan bir politik söylemi onaylayan sosyolojinin yanındadır.
Farklı siyasal anlayışlara sahip insanların, siyasal ve toplumsal alandaki ortak mutabakat arayışı bu tarihsel sorunu çözümlemeye dönük bir imkan sağlayabilir. Bundan dolayı çeşitli siyasal ideolojilere sahip partilerin bir araya gelmesi arayışı iktidar olmayı aşan bir anlama sahiptir.
Şimdiye kadar çatışarak var olmaya çalışan ideolojilerin ödettiği tarihsel bedel büyüktür. Özellikle 12 Eylül öncesi sağ- sol çatışmasında bir hiç uğruna ölen gençler bunu açıkça göstermektedir.
12 Eylül öncesi tarafların çatıştığı ve düşman olarak algıladığı toplum kesimleri yine bu topraklarda yaşayan insanlardı. Çatışan taraflar, Sovyet komünizmini ve Amerikan emperyalizmini komşusunu öldürerek engelleyebileceğini düşünecek kadar bu toplumun gerçeğine uzak yaşıyorlardı. Nihayetinde 12 Eylül darbesi çatışan tarafları daha üst bir projenin aktörleri olduğunu gösterdi.
Toplumsal ve siyasal alandaki bölünmüşlük ve bunun üzerinden temellenen ötekileştirme kültürü, siyasal alanı zayıflatmakta ve dış müdahalelere açık hale getirmektedir. Türkiye’deki darbe ideolojisi bu bölünmüşlükten yararlanmaktadır. Barış içinde bir arada yaşama anlayışı eksik toplumlarda, darbe bir kesim tarafından kendine destek bulabilmektedir. Kendi güvenliğini diğerinin etkisizleştirilmesine bağlayan siyasal anlayış, onun zayıflatılmasına dönük hamle insan haklarına uygun olmasa da desteklenebilmektedir. Kendi güvenliğini ötekinin etkisizleştirilmesine bağlayan toplumlarda demokratik siyasetin yerleşmesi bir hayli zordur. Birlikte yaşamak kültürünü beslemesi gereken demokratik toplum yeterince oluşmadığından, siyasal partiler çatışmanın bir parçası olabilmektedir. Böyle bir ortamda çatışma dili barış dilinden daha çok taraftar bulabilmektedir.
Öte yandan siyasal alanda hala çatışma kültürünün derin etkisi devam ediyor. Çatışma kültürü muhalif düşünceleri bir imkân olarak değil, düşmanlık ve fitne aracı olarak görür. Düşmanlığın belirleyici faktör olduğu anlarda dil sertleşir ve ötekileştirme artar. Çünkü bu anlayışta muhalefet farklı bir düşünce biçimi olarak değil, ülkemizi ele geçirmeye ve yok etmeye çalışan düşmanlarla işbirliği yapan vatan hainleri olarak kodlanır.
Böylece demokratik yarış verimli olmaktan çıkıp, vatansever ve vatan hainlerinin mücadelesine dönüşür. Bu çatışma içinde halkın vereceği destekte rasyonel bir destek olmaktan uzaklaşır.
Öyle görülüyor ki, duyguların rasyonalitenin önünde yer aldığı böyle bir atmosferde, Türkiye’deki seçimleri duygular belirlemektedir. Bundan dolayı herkesi ilgilendiren ekonomik sebepler, beka ve güvenlik meselesinin gerisinde kalmaktadır.
Türkiye, bir an önce çatışma kültürünü besleyen politik tutumdan uzaklaşmalıdır. Bu nedenle, muhalefetin yapmaya çalıştığı oluşum, seçim kazanmanın ötesinde bir değere sahiptir. Farklı toplumsal kesimlerin politik temsilcilerinin oluşturacağı birliktelikler, çatışma kültürünü önlemeye dönük değerli çalışmalardır.