22.10.2024
Toplumu ayakta tutan ve devamını sağlayan norm ve değerlerin anlamını ve caydırıcılığını yitirip işlevsizleşmesine çürüme deniyor. Öyle görülüyor ki, Türkiye toplumu ahlaki anlamda büyük bir çürüme süreci içindedir. Daha da vahimi bu süreç hızlanarak devam ediyor.
Gelinen noktada en çok tartışılan konu dindar görünümün altında, gizli bir ahlaksızlığın varlığıdır. Dinin formel yönüne önem veren ve kendini dindar olarak tanımlayan kitleler aynı duyarlılığı ahlak alanında gösteremiyorlar.
İslam inancı, bireyin sorumlu olduğu ibadet ve eylem ile ahlak arasında bağlantı kurar. Ne yazık ki, bu konuda dindarların davranışları çelişkili ve sorunludur. Başörtüsü konusunda yaşanan tartışma da buradan doğuyor. Tıpkı namaz, oruç hac gibi formel ibadetlerini yapan ancak hırsızlık, yolsuzluk konusunda aynı duyarlılığı göstermeyenlerin tutumu eleştirildiği gibi, başörtüsü kullananların da ahlaki davranışlarının sorunlu olması eleştiriliyor. Gerçekten de takvaya uygun olmayan ya da takva üretmeyen formel bir örtünme türü yaygınlaşıyor. Bu da görüntüye, forma, biçime önem veren ancak ahlakı, içeriği ihmal eden sorunlu bir dindarlık üretiyor. Kendilerine ahlak hatırlatıldığında rahatsız olan ve tepki gösteren bir dindarlık sorunludur. Sadece başörtülüler değil, sakal bırakıp sarık takan insanların dindarlığı da önemli ölçüde sorunludur.
Öte yandan isteyen istediği gibi giyilebilir; bu noktada herhangi bir sorun yoktur. Asıl sorun, dindar kitlelerin karşı olması gereken hırsızlık, dedikodu, yolsuzluk ve adaletsizlik gibi konulara sessiz kalmalarıdır. Daha büyük sorun ise bunları yasaklayan bir inancın pratiklerini ( namaz, oruç, örtünme, sakal) yerine getirenlerin bunları yapmasıdır. Sakal bırakan ve başörtüsü takan ancak ahlaki davranışları sorunlu dindarlığın sahiplerine ahlak ve takva uyarısı yapıldığında gösterdikleri sert tepki, aslında ürettikleri ve yaşadıkları dindarlık biçiminden memnun olduğunu gösteriyor. Bunların sergiledikleri tutarsız tavırların cezası salt kendilerine değil, temsil iddiasında oldukları inanca kesiliyor.
Sosyolojik anlamda yaşanan süreç, geleneksel dindarlığın egemen olduğu bölgelerden kente zengin olmak ve çok para kazanmak motivasyonu ile gelen gençlerin, denetim araçlarının zayıflaması sonucu tamamen serbest kalmasıyla doğan boşluğa işaret ediyor. Kolay para kazanma amacı onları suç şebekelerinin kucağına itiyor.
Toplumdaki çürümenin ve yozlaşma bir yandan resmi denetim mekanizması olan hukukun işlevsizleşmesi, diğer yandan geleneksel toplumsal denetim mekanizmalarının zayıflamasıyla ilgilidir. Kendini denetimsiz hisseden, yoksul ve fakir kitleler yasadışı suç işleme konusunda serbest kaldılar. Bu da suç oranını artırdı.
1980 sonrası köyden kente göç eden insanlar önemli bir sosyolojik değişimin aktörü oldular. Şehirlerin kuralsız rant alanı olması ve eski toplumsal kontrol mekanizmalarının zayıflaması, keyfilik, yolsuzluk ve suç oranlarının artmasına yol açmıştır.
Sosyolojik olarak modernleşmenin temel parametreleri olan bireycilik ve özgürlük, kolektivist ideolojileri ( Muhafazakarlık, sosyalizm, İslamcılık, Kemalizm) giderek çözmektedir. Bu ideolojiler yeni dönemde klasik dönemdeki söylemi ile devam edemezler. Gelişen bireycilik ve özgürlük parametrelerine karşı yeni bir söylem geliştirmek zorundalar.
Öte yandan, Türkiye sorunlu ve çatışmacı bir modernleşme sürecinin içinden geçiyor. Türkiye sosyolojisi, heykeli merkeze alan modernlik ile camii merkez alan geleneksel dindarlık olarak bölünmüş durumdadır. Siyasetten toplumsal yaşama kadar bu ayırımın ürettiği ilişki biçimlerini gözlemlemek mümkün. Kuşkusuz ara formlar da var. Camiden de heykelden de vazgeçemeyen bir modernlik algısı da giderek yaygınlaşıyor.
Böyle bir toplumda sorumlu aydın nasıl davranması gerektiği konusu önemlidir. Çürümüş bir toplumda aydının davranış biçimi konusunda önemli çalışmalar yapılmıştır. Bunlardan biri de İbn Bacce’dir. “İbn Bacce “Tedbiru’l-Mütevahhid” isimli eserinde bir anlamda yalnızlaşan insanın nasıl tedbirler (strateji) geliştireceğini farklı konular etrafında tartışmaktadır. Esasen İslam düşüncesinin farklı klasiklerinde bu mesele farklı formlarda ve içeriklerde tartışma konusu olmaktadır.
Bugün tüm dünya ölçeğinde en başta paradigmal bir kriz bulunmaktadır. Tam da böyle bir zamanda retorikçilerin ve kıssacıların yine revaçta olduğunu görmekteyiz. Onlar insanlara mucize satarak kısa yoldan kurtuluş vaat etmekte ve hatta ıstıraplarından onları kıssalarla uzaklaştırmaktadırlar. Fakat bunun sorunları çözmediğini zaten görmekteyiz.
Bunun karşısında toplumun entelektüelleri yalnızlaşırken, giderek kendi içlerine çekilmektedirler. Nietszche’nin tabiriyle “ben bu kulaklara ağız değilim” diye düşünerek kayboluşa kendilerini terk etmektedirler.
Belirtilmelidir ki, dünyanın krizden kurtulması toplumların kendi kaderlerine sahip çıkmaları, entelektüellerin peygamberi misyonu sürdürmeleri ile bu iki kesim arasındaki dayanışma sayesinde sağlanabilecektir.” (Mustafa Tekin, Karar Gazetesi, Tedbiru’l-Mütevahhid, 25 Eylül 2024)
İslamcı aydınların birincil görevi, toplumsal çürümeyi önleyecek bir mücadelenin öncülüğünü yapmaktır.