22.05.2021
Cabiri, Arap- İslam siyasal aklını eleştiren ve yeniden yapılandırmayı amaçlayan bir proje gerçekleştirdi. Aynı metodoloji ile Türk ve Kürt siyasal aklını oluşturan tarihsel, kültürel ve dini temelleri ortaya çıkarmak gerekir. Cabiri’nin Arap- İslam siyasal aklını eleştirirken sorduğu soruları bizde Türk ve Kürt siyasal aklı için sorabiliriz. Türk ve Kürt akıl yapısını oluşturan tarihi ve kültürel etkenler nelerdir? Türk ve Kürt akıl yapısını etkileyen dini nedenler nelerdir? Türk ve Kürt siyasal aklını belirleyen etkenler nelerdir? Bu soruların sağlıklı analizi Türk ve Kürt akıl yapısı, dünyayı algılama biçimi ve dini anlayışları hakkında önemli bilgiler verecektir. Tarihsel süreç incelendiğinde, Türk ve Kürt siyasal akıl yapısına etki eden faktörleri genel hatlarıyla sıralamak mümkündür:
1- Tarihten gelen otoriter devlet geleneği.
2- Emeviler geleneğinden gelen hilafet- saltanat geleneği.
3- Eşari kelamının ağırlığı ve cebriyeci kader algılaması.
4- Maverdi, İbn Cema ve Gazali’nin siyaset teorisi.
5- Büyük ölçüde hermetik atıl aklın etkisinde gelişen gınostik etkiler taşıyan tasavvuf kültürü. (Kürt aklına etki eden Nakşibendi geleneği)
6- Orta Asya kaynaklı tasavvuf kültürü.
7- Türk ve Kürt siyasal aklını etkileyen çağdaş akımlar.
8- Türk modernleşmesini etkileyen laiklik ve milliyetçilik ile Kürt modernleşmesini etkileyen sosyalist ideoloji ve Kürt milliyetçiliği.
Kürt aklını bu etkenlerin yanında etkileyen bir diğer faktörde Ağalık geleneğinin siyasi aklın şekillenmesindeki etkisidir. Ağalık geleneği hiç şüphesiz geleneksel egemenliğe ait bir örgütlenme biçimidir. Genellikle ağanın karizmasından beslenen bu otorite biçimi saygı duyulan karizmatik egemenliğe doğru da evrilir. Öyle görülüyor ki, Kürt siyasetinin dağınık örgütlülüğün temelinde ağalık ve aşiret geleneğinin beslediği siyasal akıl bulunmaktadır.
Hiç şüphesiz Türk devlet geleneğinin şekillenmesindeki en temel faktör, Orta Asya’dan günümüze uzanan ve hala siyasal algımızı büyük ölçüde belirleyen, otoriter devlet geleneğidir. Bu anlayışın en belirgin özelliği devletin siyasal sistemin en üst katmanında yer almasıdır. Birey adeta bu gelenek içinde neredeyse erimiş durumdadır. Sivil toplumun geç dönemlere kadar oluşamamasının altında otoriter devlet geleneğinin önemli bir rol oynadığını belirtmek gerekir. Cumhuriyet yönetimi de otoriter devlet geleneğinin en sert biçimde uygulandığı dönem olmuştur. Özellikle tek parti döneminde uygulanan ve yer yer faşizmi andıran yönetim anlayışı, otoriteryenliği daha da pekiştirmiştir. Türkiye’nin izlediği modernleşme siyaseti, halkı içine almadığından doğal olarak sivil-asker bürokratlar tarafından yürütülmüştür. Bu da askerin siyaset içindeki konumunu giderek ayrıcalıklı bir pozisyona getirmiştir.
İslam tarihinde siyasi anlamda en büyük kırılma Emeviler döneminde gerçekleşmiştir. Hz. Peygamberin vefatından sonra dört halifenin seçilme yöntemlerini terk eden Muaviye, ağırlıklı olarak Bizans’tan etkilenerek saltanat modelini oluşturmuştur. Emeviler döneminde itibaren neredeyse tüm Ehl-i Sünneti kapsayan hilafet- saltanat modelinin Türk akıl yapısına büyük etkisi olmuştur. Şurası bir gerçek ki, siyasal ve kelami anlamda, İslam tarihindeki en büyük kırılma Emeviler döneminde yaşanmıştır. Emeviler dönemi, siyasal ve kültürel anlamda Nebevi siyasetten kopuşa ve yeni bir paradigmanın oluşmasına zemin hazırlamıştır. Bu paradigma değişikliğinin temel parametreleri şunlardır:
1- Hilafetin saltanata dönüşmesi.
2- Şura, biat ve seçim ilkelerinin tamamen terk edilerek, zorla biat alma yoluna gidilmesi.
3- Arap ırkçılığının yükselişi.
4- Cebriyeci kader anlayışının yaygınlaşması.
Emeviler dönemindeki saltanat ideolojisi, sürdürülebilir bir siyaset oluşturmak için, kendi düşünsel temellerini sağlamlaştıracak bir kelam ve fıkıh anlayışına ihtiyaç duyuyordu. Bu boşluğu insan özgürlüğünü tamamen inkâr eden cebriye akımı doldurdu. Cebriyenin kader anlayışına göre, insanın bütün eylemleri önceden belirlenmiştir. İnsanın özgür iradesinin hiçbir anlamı yoktur. O rüzgârın önündeki yaprak misali, önceden çizilen kaderini yaşar. Bu tür bir kader anlayışının en önemli yansıması siyaset alanında olacaktır. Daha doğrusu Emeviler için her şeyin önceden belirlendiği bir kader anlayışı, siyasi anlamda son derece kullanışlı bir argümandır. Şöyle diyorlardı Emevi yöneticileri: “Bizim başınıza yönetici olarak gelmiş olmamız Allah’ın kaderidir. O, istemeseydi böyle bir şeyin gerçekleşmesi mümkün olmazdı. Kim Allah’ın kaderine karşı gelebilir?” Emeviler böylece kendi haksız uygulamalarına yönelik eleştirileri ortadan kaldırmayı hedefliyorlardı. Bu uygulamada tamamen başarılı olduklarını söylemek mümkün değildir. Emevilerin siyaseten yaptıklarından sorumlu tutulmamalarına neden olacak kader anlayışına karşı, Başta Ebu Hanife Olmak üzere, Mutezile ve Şia taraftarları itirazlarını yükseltiyorlardı. Görüldüğü gibi kader tartışması genel anlamda kelami değil siyasi bir tartışmadır. Kader tartışmasını ortaya çıkaran temel sorun şu: Yöneticiler yaptıklarından sorumlu tutulacak mı, tutulmayacak mı? Eğer tarihte olacak her şey önceden belirlenmişse yöneticiler dâhil hiç kimseyi yaptıklarından sorumlu tutamayız. Hiç şüphesiz insan özgürlüğünü tamamen ortadan kaldıran bu anlayış Kur’an’ın temel öğretisine aykırıdır. Allah bize başımıza gelenlerin kendi ellerimizle kazandıklarımızdan dolayı olduğunu söylüyor; ben sizin davranışlarınızı belirledim onun dışına çıkamazsınız demiyor. Yöneticilerin yaptıklarından sorumlu olarak hesap verilebilir bir konuma getirmek için özgürlükçü bir anlayışı savunmak gerekir. Bu konuda Hasan Basri’nin Emevi sultanına hitaben yazdığı kaderle ilgili mektup bir özgürlük manifestosu niteliğindedir.
Kabul etmek gerekir ki, Emeviler döneminde olduğu gibi birey özgürlüğünü ortadan kaldıran kader anlayışı Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlılar döneminde de hâkim olmuştur. Ne yazık ki, Türkiye Cumhuriyetinin kurulması da kader anlayışında köklü bir değişiklik oluşturmamıştır. Bilindiği gibi Emeviler döneminde sistemleşen Cebriye anlayışı bir taraftan insan özgürlüğünü ortadan kaldırıyor diğer taraftan da sivil siyasetin önünü tıkıyordu. Anadolu insanının sosyal olaylar karşısındaki teslimiyetçi tutumunun altında büyük ölçüde Cebriye anlayışının oluşturduğu kader inancı vardır. Bu inancın siyasi karşılığı devlet karşısında her tür inisiyatifi elinden alınmış iradesiz insan topluluğuydu
İtiraf etmek gerekir ki, her şeyin önceden belirlendiği ve biz ne yaparsak yapalım yazılanı değiştiremeyeceğimiz inancı hem rahatlatıcı, hem de güven verici bir ortam yaratır. Aynı zamanda bireyin başarısızlığını rasyonelleştirecek bir anlayışa zemin hazırlar.
Gazali’den başlayarak Maverdi ve İbn-i Cema’nın sistemleştirdiği siyaset anlayışı da devlet öncelikli bir siyasal paradigmanın temellerini atmıştır. İbn-i Cema’nın “kılıç hakkı” kavramsallaştırması devlet öncelikli siyasi anlayışın kurumsallaşmasında belirleyici olmuştur. “Bu bağlamda resmi toplum içinde yer alan veya monarşilere hukuki meşruiyet arayan bilginlerin kahir ekseriyetinin, mevcut durumu, bir konjonktür olarak kabul etmeleri oldukça düşündürücüdür. Başta Maverdi olmak üzere, Gazali ve İbn Teymiyye gibi bilginler, zorba, zalim yöneticiye itaati kargaşanın önüne geçtiği, birliği ve güvenliği sağladığı için bir tür kerhen caiz görürlerken, aslında onlar güvenliği adaletin önüne geçiriyormuş gibi görünmelerine rağmen, gerçekte ideal ve mutlak olana atıf yapmayı ihmal etmiyorlardı.” (1)
Özellikle Moğolların İslam dünyasını baştan sona talan etmelerinden sonra oluşan siyaset anlayışının güvenlik eksenli olmasını anlamak gerekir. Sorun bu anlayışın yüzyıllar boyunca İslam dünyasını esir almasıdır. İslam dünyasının otoriter devlet anlayışından hukuk devleti anlayışına geçememesinin temelinde bu siyasal aklın oluşturduğu anlayış bulunmaktadır. Cabiri’nin dediği gibi İslam dünyası sıçrama yapmak istiyorsa, Sünni hilafet-saltanat modelini ve Şii imamet mitolojisini aşmak zorundadır.
Sünni-hilafet modeli, itaatin sağlanmasına dönük bir mantığı içerir. Ebu Hanife ve Hasan Basri gibi büyük âlimlerde görebileceğimiz sivil itaatsiz tavır dışarıda bırakılacak olursa, ana gövde itaati öne çıkarmıştır. “İktidar ve muhalefet rollerinin değişmesi esasına dayanan çağdaş Batı düşüncesinin aksine, Sünni İslam’da siyasete ilişkin teşebbüsler, çoğunlukla iktidardaki kişinin ideal durumuyla ilgili olmuştur. Diğer bir deyişle, Sünnilerin yönetimle ilgili görüşleri Hz. Peygamber ve sahabe mirasından etkilendiği halde; yönetici konusundaki görüşleri, İslam’ın ilk döneminden Abbasilere kadar süren tarihsel ve siyasal şartların etkisi altındadır. Bundandır ki, Sünni düşünce, genelde yönetim konusunda idealist, yöneticiler konusunda oldukça realist bir çizgidedir. İster felsefi, isterse dini ve ahlaki eserler dikkate alınsın, hepsinde yöneticilerin taşıması gereken nitelikler uzun uzadıya sıralanmaktadır. İbn Haldun, Farabi, Gazali ve Maverdi gibi tanınmış filozof ve hukukçuların eserlerinde bu durumu açıkça görmek mümkündür. Mesela Farabi, bir yöneticide doğuştan on iki, sonradan çalışarak kazanılması gereken altı üstün vasıf aramıştır. Klasik denebilecek bu kaynakların tamamının irdelenmesinden anlaşılacağı gibi, yöneticiler konusunda sıralanan üstün nitelikler, asla kötü yönetimlere karşı herhangi bir direnme teorisi geliştirmek üzere, bir fırsat kollama sabırsızlığı ile öngörülmüş değildir. Yönetim mevkileri için düşünülen bu nitelikler, yöneticilerin görevleri konusunda uyacakları teorik hatırlatmalar düzeyinde kalmıştır.” (2) Son devir İslam âlimlerinden olan Cabiri’nin isabetle belirttiği gibi, yöneticilerin nasıl seçileceği, görev süreleri ve görevlerinden nasıl ve hangi yollarla alınacağı gibi konular, İslam siyaset teorisi açısından boşlukta bırakılmıştır.
Sünni teorinin, siyasal bütünlüğü sağlama konusundaki aşırı hassasiyeti ve toplumu kargaşadan uzak tutma anlayışı güvenlik merkezli bir siyasi paradigmanın oluşmasına zemin hazırlamıştır. Hiç şüphesiz bu anlayışın oluşmasında Hz. Osman zamanında yaşanan iç karışıklıklar ve Hz. Osman’ın şehit edilmesi, Hz. Ali ve Hz. Aişe’nin karşı karşıya geldiği Cemal Vakası, Hz. Ali ve Muaviye’nin karşı karşıya geldiği ve İslam dünyasında derin kırılmalara yol açan Sıffin Savaşı ve Hz. Hüseyin’in şahadetiyle sonuçlanan Kerbela olayının büyük katkısı olmuştur.
İslam siyaset teorisini derinden etkileyen konulardan biri de Mehdi meselesidir. Mehdi kavramının da siyasal katılımı büyük ölçüde engelleyici bir rol oynadığını da kabul etmek gerekir. Beklenen Mehdi, zulmün en çok yaygınlaştığı zamanda ortaya çıkacak ve insanlığı bu zor durumdan kurtaracaktır. Bireye düşen yaşanan kötülükleri önlemek için hiçbir şey yapmadan beklemek ve Mehdi’nin gelmesine yardımcı olmaktır. Çünkü toplumsal adaletsizlikleri düzeltmek için atacağı her adım Mehdi’nin gelmesini engellemek anlamı taşıyordu. Mehdi, toplumsal adaletsizliğin ve kötülüklerin en çok derinleştiği ve yeryüzünde zulmün egemen olduğu bir dönemde ortaya çıkacaktır. Beklenen Mehdi kavramının Şii imamet mitolojisinin merkezi kavramlarından biri olduğunu da belirtmek gerekir.
İslam dünyasına egemen olan kader anlayışı ve bunların beslediği, Sünni Hilafet-saltanat modeli ile Şii imamet anlayışı ve Beklenen Mehdi kavramı siyasal aklı esir almış durumdadır. Bu siyasal akıl, günün aktüel sorunları yoğunlaşmayı önlemektedir. Cabiri’nin “Hermetik atıl akıl” diye nitelendirdiği bu anlayış geçmişe doğru çalışmakta ve sorun çözmede başarısız olmaktadır. “Hermetik atıl akıl” büyük ölçüde tasavvufun sistemleştirdiği bir felsefeden hareket etmektedir.
Siyasal aklı bu prangadan kurtarmak ve özgürleştirmek gerekir. Bunun için temel referanslar şura, biat ve seçimdir ki, örnekleri Hz. Peygamberin uygulamalarında fazlasıyla mevcuttur. Hz. Peygamberin ölümünden sonra, Arap-İslam siyasal aklı, kendi tarihsel tecrübesinden ve Kur’an ilkelerinden yararlanarak yönetim sistemi oluşturmuştur. Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın seçimlerinde belirli bir yöntemin takip edilmemesi, bu konunun ümmetin tarihsel tecrübesine bırakıldığını göstermektedir. Bu nedenle tarihteki hiçbir model bire bir bugün uygulanır modeller değildir. Ümmet bugünün ihtiyaçlarını ve Kur’an’ın genel ilkelerini göz önüne alarak yeni modeller yaratmalıdır.
Büyük ölçüde Hermetik aklın etkisinde gelişen tasavvuf kültürünün de Türk ve Kürtlerin akıl yapısı üzerinde belirleyici bir etkisinin olduğu inkâr edilemez. Özellikle Anadolu tasavvufu, büyük ölçüde eski Türk inançları, İran ve Hint etkisiyle harmanlanmış, Kur’an ve sünnetten çok hermetik özellikler taşıyan, Hz. Ali’yi bir kült olarak dini bağlamından kopararak tanımlayan, formel ibadetleri önemsemeyen ve Batıni özellikleri ağır basan gnostik bir akıma dönüşmüştür. Anadolu halkının dini algısını oluşturan kaynaklarda genellikle tasavvuf ağırlıklıdır. Gazali’den Gümüşhanevi’ye kadar Anadolu’da yaygın olarak okunan kitaplar dikkate alındığında tasavvuf kültürünün Anadolu insanının zihinsel yapısını oluşturmasındaki etkisi açıkça görülecektir.
Şii, Sünni ve Orta Asya kökenli tasavvuf kültürünün ve onun beslediği dünyayı hakir görerek dışlayan kader anlayışının bugünkü davranışlarımızı temelden etkilediğine şüphe yoktur. “Kaderinde öyle yazılıymış, ne yapalım” anlayışı çoğu kez bireyin olaydaki sorumluluğu ortadan kaldıracak biçimde yorumlanmaktadır. Böyle bir anlayış, bir taraftan insanın kendi yaptığı hataların bedelini Tanrı’ya yüklerken, diğer yandan insan özgürlüğünü yok eden bir dini anlayışın yerleşmesine katkı yapmaktadır. Bu anlayışın eleştirel bir siyasal aklın oluşumuna katkı yapmayacağı açıktır.
Diğer yörelerde az veya çok değişik şekillerde karşımıza çıkmasına karşın, özellikle Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerde daha belirgin olan “ağalık” geleneği de siyasal aklın oluşumunda belirleyici bir faktör olmuştur. Kuzey Irak ve Türkiye’deki Kürt kanaat önderlerinin ve siyasi aktörlerin aşiret ve dini anlayışı incelendiğinde bu faktörün etkisi daha da belirgin hale geldiği görülecektir.
Türk ve Kürt siyasal aklının işleyişi, bugün ortaya çıkan sorunların çözümsüzlüğünde birinci faktördür. Devleti Tanrının gölgesi olarak tanımlayan ve kutsallaştıran siyasal anlayışı ve her şeyin önceden belirlendiği kabulünden hareket edip insan özgürlüğünü yok eden kader anlayışının bizi getirip bıraktığı yer; insanın ne yaparsa yapsın tarihsel zindanı aşamayacağı noktasıdır. Bu kadar edilgen hale getirilmiş bir insanın ve kültürün tarihe müdahil olması mümkün değildir.
Müslümanlar süratle tarihin kirlettiği kavramları kök anlamlarına çevirerek yeniden tanımlamalıdır. Zaten C. Afgani ve M. Abduh’la başlayan İslamcı akımın temel amaçları da buydu:
1- Kur’an ve Sünnete dönüş
2- Cihat ruhunun uyandırılması.
3- İçtihat kapısının açılması.
4- Tasavvuf kültürünün bozucu etkisinin ortadan kaldırılması.
5- Tarihsel mirasın yeniden gözden geçirilmesi.
6- İslam dünyasının içinde bulunduğu olumsuz durumdan kurtulması.
İslamcı düşünürlerin özellikle içtihat kapısının kapanmaması gerektiğinin üzerinde durmaları anlamlıdır. İçtihat yapmayan akıl, eleştirel değil, taklitçidir, bugüne değil geçmişe yoğunlaşır, yaratıcı değil dönüktür. Araştırıcı değil ezbercidir. Ne yazık ki, Türk ve Kürtlerin siyasal aklı bugünden çok geçmişe dönük çalışmaktadır, geleceği inşa etmek yerine geçmişle öğünmeyi yeğlemektedir. Bu noktada büyük bir paradigma değişimi gerekmektedir. Bu paradigma değişimini sağlayacak temel ilkeler Kur’an ve Sünnet’te fazlasıyla mevcuttur.
İslam’ı ve Müslümanları tarihte yeniden özne haline getirecek dönüşümü gerçekleştirebilmek için, geçmişe doğru çalışan atıl aklı bırakıp, özgürlükçü bir anlayışla günümüz sorunlarına yoğunlaşan yeni bir akıl oluşturmak gerekmektedir. Bu yeni aklın parametreleri otoriter devlet geleneği, saltanatçı hilafet uygulaması ve merkeziyetçi siyaset değil, tam tersine özgürlükleri ve farklılıkları zenginlik olarak kabul eden çoğulcu bir anlayış olmalıdır.
- Ali Bulaç, Modern Ulus Devlet, Akademi yayınları, s: 107.
- Şükrü Nişancı, Sivil İtaatsizlik, Etkileşim yayınları, s: 72-73