Yusuf Yavuzyılmaz Yazdı: Vesayet Sistemi ve Siyasal Partiler

30.05.2022

Türkiye demokrasi tarihi dikkate alındığında ilk dikkati çeken husus, sürecin vesayet savaşları şeklinde yürüdüğüdür. Vesayet sistemi, sistemin merkezinde yer alan yönlendirici ve etkili kurumlara ihtiyaç duyar. Özellikle sistemde kilit yer tutan Cumhurbaşkanlığı uzun yıllar vesayetin merkezinde yer aldı. Özal dönemine kadar cumhurbaşkanlığının emekli askerlerin son görev yeri olarak algılanması vesayet sisteminin yürütülmesinde askere tanınan ayrıcalığı ve güvenilirliği göstermektedir. Özal, bürokratik vesayet ile mücadeleyi başlatan ilk siyasal lider olarak tarihte yerini aldı. Ancak O’nun ölümünden sonra vesayet tekrar geri döndü ve siyasetin yönlendirilmesinde aktif rol oynamaya çalıştı. 28 Şubat ve Ak Partinin ilk on yılındaki mücadele aslına vesayet mücadelesinin kurumları ile yapılan mücadele ile geçti.

            Kuşku yok ki vesayet sistemi ile en başarılı mücadeleyi Ak Parti ve Erdoğan vermişti. Özelikle 2012 yılına kadar olan mücadele Türk demokrasisi açısından dönüm noktasıdır. 15 Temmuz sonrası askeri cenahta yapılan düzenlemeler askeri vesayeti tamamen bitirdi. Daha sonraki dönemde ise Ak Parti değişimi kimliğini yitirerek muhafazakârlaştı ve milliyetçiliğe geri döndü. Özellikle 15 Temmuz sonrası MHP ile girdiği ortalık, Ak Partiyi yeni vesayet sisteminin odağı yaptı. Devleti, güvenliği öne çıkaran bu siyaset Ak Parti’nin giderek oy kaybetmesine yol açtı.

            Öyle görülüyor ki, Türkiye siyasetinin en büyük sorunu vesayet sistemidir. Öyle ki, vesayetle mücadele etme vaadiyle iktidara gelen partiler de bir süre sonra vesayetin parçası haline gelmektedir. Bu Türkiye siyasetinde yapısal bir soruna işaret etmektedir.

            Türkiye siyasetinde vesayet sisteminin en önemli savunucuları Sol Kemalist Ulusalcılar, Muhafazakâr ve Seküler Milliyetçiler ve Muhafazakâr Dindarlardır. Siyasal ideolojiler her ne kadar vesayet karşıtı bir söylemle iktidara gelseler de, zamanla vesayetin merkezi haline geliyorlar.

            Kuşku yok ki, vesayet sisteminin tarihsel kökenleri vardır. Tarihsel tecrübe Eski Türk kültüründen gelen vesayet sistemi ile İslam’ın tarihsel tecrübesinden gelen vesayet sisteminin uyum sağladığını gösteriyor. Emeviler ve Abbasiler bu uyumun ürünü oldukları gibi, Selçuklular, Osmanlılar ve kısmen Türkiye Cumhuriyetinde de bu uyum devam etmiştir. İslam tarihinde ilk vesayet sistemini kuran Muaviye’dir. Muaviye, kendinden önceki uygulamaları bir kenara iterek seçim, biat yöntemlerini yerine, bilinen yöntemlerle zorla iktidarı ele geçirdi ve babadan oğula geçen saltanat sistemini kurarak vesayet sistemini kurumsallaştırdı. Türkiye, 1950 seçimleriyle beraber demokratik sisteme geçmesine karşın, süreç sürekli olarak askeri darbelerle kesilerek vesayet sistemi kurumsallaştırılmaya çalışıldı. Devletin siyasal merkezini korumak ve tahkim etmeyi amaçlayan vesayet sistemi, belli aralıklarla gerçekleştirilen darbelerin devamıdır. Bu anlamda Muaviye’den kalan tarihsel miras hala siyasal algımızı şekillendirmeye devam etmektedir. Muaviye’nin sitemi ötekilere karşı koruma refleksi ve bu refleks doğrultusunda oluşturduğu ideolojinin mantığı, 1960 yılında başlayan darbelerin de temel mantığıydı. Türkiye siyasetinde bu süreci daha da karmaşıklaştıran etken sivil siyasetin de askeri bürokratlar kadar vesayet sisteminin savunucusu olmalarıdır. Bu yüzden darbeler, sivil siyasetçilerden daima destek görmüştür.

            Vesayet sistemi, siyasal merkezi tahkim ederek hukuku ve halk iradesini ikincil bir konuma indirir, hukuku vesayetin emrine verir ve devleti kutsar. Devleti kutsayan vesayet sistemini en önemli parametreleri devleti kutsallaştırma, milli güvenlik siyaseti ve milliyetçiliktir.

            Vesayet sistemi, kendini tahkim etmek için statükoya ihtiyaç duyduğundan her tür değişimin önünde statükoyu savunur. Statükoya teslim olan iktidarlar değişimi özelliğini yitirerek muhafazakârlaşır. Muhafazakârlaşan iktidarlar zamanla değişimci kimliğini yitirerek statükonun sözcüsü haline gelir ki, Ak Partinin yaşadığı süreç de budur. Böylece iktidara gelirken dillendirilen iddia ile varılan nokta arasında büyük bir çelişki ve uyumsuzluk ortaya çıkar. Bu uyumsuzluğu meşrulaştıracak siyasal bir dile olan ihtiyaç büyük ölçüde milliyetçiliğe yaslanarak giderilmeye çalışılmaktadır.

            Statüko ile mücadele etmek demokratik hukuk devleti ve uzlaşmacı bir siyasetle mümkün olabilir. Bu ise Türkiye siyasal hafızasında köklü bir değişime işaret eder. Çünkü Türkiye siyaseti uzlaşma kültürü yerine çatışma kültürünü temel almış durumdadır.

            Muhalefetin demokratik hukuk devleti yerine yeni bir vesayet odağı olacağına yönelik endişe, toplumun bir kesiminde egemendir. Bu siyasetin önemli bir gerçeği olarak önümüzde durmaktadır. Muhalefet mutlaka bir demokrasi ve hukuk devleti manifestosuyla halkın önüne çıkmalıdır.

            Türkiye siyaseti, iktidar ve muhalefet yönünden vesayet sisteminin en önemli ideolojisi olan milliyetçiliğin baskısı altındadır. Sol Kemalistler ve muhafazakâr dindarların milliyetçiliğe evirilme potansiyeli yüksek olduğundan vesayetle mücadele daha da zorlaşmaktadır.

            Şu sıralar ekonomide yaşanan sorunlar demokratik hukuk devleti olamamaktan, devletin bekasını ve güvenlik siyasetinin hukukun üstünlüğüne tercih edilmesinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla temeldeki sorun demokrasi, hukukun üstünlüğü ve adalet sorunudur. Ekonomi konusunda yaşananlar bu tercihlerdeki sorunla ilgilidir. Sorun ekonomiden çok sistemseldir. Sistemsel sorun ise Türkiye siyasetini güvenlik ve devletin bekasına bağlayan milliyetçi düşüncedir.

            İşin daha vahim yönü, partilerin kendi içinde bir vesayet sistemi kurumsallaştırmalarıdır. Siyasi Partiler Kanunu, siyasal partileri demokratik yapılar olmaktan uzaklaştırmaktadır. Mevcut yapılar, genel başkan sultalarının hüküm sürdüğü yapılar durumundadır. Mesela hiçbir parti ön seçim yapmaya yanaşmamaktadır. Demokratik olmayan bir işleyişe sahip partilerle nasıl demokratik sistem kurulacağı üzerinde durulması gereken bir sorudur. Bu sistemsel sorunun aşılması gerekmektedir ve bu sorun yürütülmekte olan başkanlık sistemi mi yoksa güçlendirilmiş parlamenter sistem mi tartışmasından çok daha önemli bir sorundur.   Çerçevesini Medine Vesikası’nın üzerine oturduğu anlayışın belirleyeceği yeni bir toplumsal sözleşmeye ihtiyacımız var. Bu sözleşme toplumsal tarafların ön koşulsuz katılacağı bir ortamda yapılmalıdır. Siyaset mutlaka yeni sosyal sözleşmenin önünü açmalıdır. Her kriz döneminin yeni imkânlar sunacağı da açıktır.                      

Vesayet sistemi kendini meşrulaştıracak bir statüko üretir. Statüko mevcut durumu İslam’ın evrensel ilkelerine göre düzenlemek yerine, var olanı İslam’a onaylatmak ister. Vesayetin muhafazakârlık ile ortaklaştığı nokta tam da burasıdır. Hak, hukuk, adalet, toplumsal sözleşme dediğinizde, güvenlik, milli çıkarlar ve milliyetçiliğin duvarına çarpıyorsunuz. Mevcut statükoyu onaylayan güvenlikçi zihin devletten topluma bakıyor, insan hakları ve adaleti ikincileştiriyor. Değişime direniyor, statükoyu kutsuyor. Tıpkı Hz. Peygamber’e karşı muhafazakâr tutum takınan, statükoyu korumaya çalışan Mekke müşrikleri gibi. Muhafazakâr zihin için geleneğin, güvenliğin ve devletin önüne koyacak hiçbir değer yoktur.

Öte yandan vesayet sistemine karşı duracak ve amacı yeni bir vesayet sistemi olmayıp vesayeti ortadan kaldırmak olan siyasal bir iradeye ihtiyaç var. Artık vesayet sitemini tarafı olmamak gerekir. Bu sistem her defasında başka ideolojik yaklaşımlar nedeniyle vesayeti yeniden üretiyor.

            Yapmamız gereken her tür vesayete karşı çıkarak, vesayeti kurumsallaştıran zihniyetle mücadele etmektir. Türkiye’nin geleceği bu mücadelenin başarısına bağlıdır.

Yusuf Yavuzyılmaz’ın Tüm Yazıları

Önerilen Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.