08.11.2021
“Yerli ve milli olmak” muhafazakâr dindarlar için önemli bir değer olarak karşımıza çıkar. Ancak bu değer, tüm bileşenleri ile doğru ve sahip çıkılacak bir değer değildir. Çünkü Türk siyasal aklının yerli ve milli dediği değer sisteminin arka planında devleti kutsayan, adaleti devletin birliği ve bütünlüğüne feda eden bir yaklaşım var. Bu anlayış, devletin örgütlenme biçimine yönelik her eleştirel tutumu, güvenliği tehdit eden bir yaklaşım içine sokarak kolaylıkla ötekileştirebiliyor. Bu noktada ötekini tehdit olmaktan çıkaracak, çoğulculuğa kapı aralayacak bir yaklaşıma olan ihtiyaç kendini hissettiriyor.
Aslına bakılırsa, “yerli ve milli olmak” dünyanın ulaştığı yerinden yönetim ve demokrasi düşüncesiyle örtüşmüyor. Bu anlamda sorun aslında bir zihniyet sorunudur. Günümüz muhafazakâr dindarların siyasal algısını yönlendiren yerli ve milli olmak söylemi, büyük ölçüde tarihe ve geleneğe duyulan güveni yansıtıyor. Ancak unutmamak gerekir ki, duygusal bir romantizm ve tarih düşüncesi etrafında ortaya çıkan değerler, çoğu zaman önünüzde bir engele dönüşebilir.
Yerli ve milli olmanın temel referansı tarih ve gelenektir. Kuşku yok ki, tarih ve gelenek tümüyle olumlanacak değerler değildir. İçinde olumlu değerler yer aldığı gibi son derece sorunlu ve terk edilmesi gereken değerler de vardır.
Geleneğe yaslanarak toplumsal ve siyasal davranış geliştirenlerin dayandığı nokta, yıllar boyu denenip kabul gören bir değerin doğruluğundan hareket etmektir. Oysa bunun hiçbir garantisi yoktur.
Gelenek konusundaki önemli referans, Hz. Peygamberin içinde doğup büyüdüğü geleneğe karşı tavrıdır. Kuşku yok ki Hz. Peygamber geleneği bütün formlarıyla reddetmiş değildir. Geleneğin bir bölümünü devam ettirmiş, bir bölümünün formunu değiştirmiş, bir bölümünü de reddetmiştir. Daha sonraki yıllarda geleneğin İslam diniyle çelişmeyen kısmına örf denecek ve İslam hukuku kaynaklarından biri olacaktır.
Her halükarda hukukun üstünlüğünü, adil yargılanmayı, adaleti savunmak gerekir. Siyaset kurumunun hukuk kurallarını belirleme hakkı var, ancak yargılamaya karışmaya hakkı yok. Hukuk alanında yapılacak değişiklikler ve düzenlemeler siyasetin işidir. Burada açmaz, siyasetin kendini de içine alan, gerektiğinde kendisini de yargılayacak olan hukuk kurallarını adil yapıp yapamayacağıdır.
Gelinen noktada tıkanan entelektüel zemini açabilmek, biriken sorunları çözebilmek, hak ve adaletin izinden gitmek, iyi olan kimden gelirse gelsin desteklemek, maruf temelinde çeşitli toplumsal kesimlerle bir araya gelmek; sadece muhalefet olsun diye değil, aynı zamanda yol göstermeyi amaçlamak, tefekküre yeni bir alan açabilmek için, yeni ve özgün bir açılıma ihtiyaç olduğu açıktır.
Bu noktada büyük görev, aydınlara düşmektedir. Onlar siyasal iktidar karşısındaki duruşlarıyla eleştirel ve yol gösterici, ufuk açıcı bir fonksiyon üstlenmelidir. Aydınlar, egemen sistemle uyum içinde bulunmak, iktidara eklemlenmek yerine uyarıcı bir noktada durmalıdır.
Gelinen aşamada İslamcı aydınların önemli bölümünün en büyük handikabı, siyasal iktidara fazlasıyla eklemlenmeleridir. Bu durum hem sivil duruşlarını büyük ölçüde zedelemiş, hem de ufuk açıcı ve eleştirel tutumlarına büyük darbe indirmiştir. Yaşanan süreç İslamcı aydınların giderek toplumdan kopmalarına yol açmıştır. Toplumsal sorunlardan kalkarak iktidarı eleştirecekleri yerde, iktidardan kalkarak halkı tanımlamaya başladılar. Sürekli iktidarın diliyle konuşan İslamcı aydınlar giderek geldikleri geleneğin en çok vurguladığı adalet arayışına yabancılaşmıştır. Bu yaşanan sürecin İslamcılığa büyük darbe vurduğu ve onu itibarsızlaştırdığı açıktır.