Yusuf Yavuzyılmaz Yazdı: Yönetimde Şura

17.01.2021

“Onlar, Rablerinin davetini kabul ederler ve namazı dosdoğru kılarlar. Onların işleri de kendi aralarında bir istişare iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan onlar Allah yolunda harcarlar.”

(Şura/38)

Allah’tan bir rahmet dolayısıyla, onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın onlar çevrenden dağılır giderlerdi. Öyleyse onları bağışla, onlar için bağışlanma dile ve iş konusunda onlarla müşavere et. Eğer azmedersen artık Allah’a tevekkül et. Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever.”

(Al-i İmran/ 159

Siyasal anlamda “İslam’da yönetim biçimi nedir?”, “Belirlenmiş bir devlet sistemi ve rejimi var mı?” gibi sorular, İslam-siyaset ilişkilerinin temelini oluşturan sorular olmuştur. Bu soruların yanıtlarını İslam’ın temel kaynağı ve Hz. Peygamber’in uygulamalarında aradığımızda, belirli bir devlet modelini önermediğini ve bunun yerine yönetimde uyulması gereken ahlaki kurallar üzerinde durduğunu görüyoruz. İşte “şura”, yönetimde sorumluluğu paylaştıran siyasal kavramlardan biridir.  

İslam siyaset teorisini oluşturan temel kavramlardan biri olan “Şura”nın ne anlama geldiği üzerinde durmak gerekir. Sözlükte “danışma, görüş alışverişinde bulunma, danışan kimseye fikrini söyleyip onu yönlendirme” anlamında yer alan şura, fıkıh doktrininde -terim tanımı yapılmamış olmakla birlikte-, yöneticilerin ve özellikle devlet başkanının görev alanlarına giren işler hakkında ilgililere danışıp, onların eğilimlerini göz önünde bulundurmasını ifade eder. (1)

Hz. Peygamber’in pratik uygulamaları, şuranın gereği olan istişarenin nasıl ve ne şekilde yapılacağı hakkında bize eşsiz bir miras bırakmıştır. Ancak bu tarihsel miras, dört halife devrinin sona ermesinden itibaren Muaviye’nin bilinen baskı ve şiddet yöntemleriyle iktidara gelmesiyle tümüyle terk edilmiş, sultanlık devri başlamıştır.

Hz. Peygamber vefat ettiğinde, onun yerine kimin vekâlet edeceği ve nasıl seçileceği sorusu, İslam tarihinin ilk krizini oluşturmuştur. Bu durumda cevaplanması gereken şu sorular ortaya çıkmıştır:

1- Yönetici kim olacak?

2- Kim adına yönetecek?

3- Hangi yöntemle seçilecek?

4- Görev süresi ne olacak?

5- Nasıl denetlenecek?

Kuşkusuz bu sorular bugün de sorulan sorulardır. Öyle görülüyor ki Kuran ve sünnet bağlamında bu soruların kesin ve belirlenmiş cevapları olmayıp, ahlaki ilkeler belirlenmiş ve sorun içtihat alanına bırakılmıştır. Nitekim ilk dört halifenin seçiminde uygulanan farklı yöntemler de, bu konuda belirlenmiş bir yöntemin olmadığını göstermektedir. Bu anlamda Şiilerin Kuran’da belirlendiğini -Hz. Ali’nin de işaret edildiğini- söyledikleri imamet anlayışı ve Hz. Peygamber’in Hz. Ebubekir’i işaret ettiği yönündeki düşünceler kesinlik ifade etmediği gibi doğru da değildir. Kesin olan, Hz. Peygamber’in bu konuda kesin bir tasarrufunun olmadığı ve bu konuyu ümmetin tecrübesine bıraktığıdır. İddia edildiği gibi Kuran’da açık bir ifade olsa ya da Hz. Peygamber’in kendisinden sonra kimin yönetici olacağı konusunda bir tavsiyesi bulunsa, Hz. Ebubekir’in seçimi konusunda yaşanan tartışmalar anlamsız olurdu.

Sünni ve Şii kelamcıların söylediğinin aksine, ne Kuran’da ne de Hz. Peygamber’ in uygulamasında kimin halife olacağına dönük bir hüküm ve öneri yoktur. Benim okumalarımdan anladığım, bu tür rivayetler, her iki taraftan da karşılıklı olarak uydurulmuştur.

Açık olan şu ki, kimin yöneteceği ve hangi yöntemle seçileceği konusu ümmetin içtihadına bırakılmıştır. Bu konuda Hz. Ali ya da Hz. Ebubekir’i açıkça işaret eden hiçbir ayet ve hadis yoktur. Zaten uygulamalar da bunu göstermektedir. İmamet de, hilafet de, dinin aslından olmayan tarihsel uygulamalardır. İmamların masumluğu ise hiçbir şekilde savunulamaz. 
Masumluk, sadece dini konularda Hz. Peygamber’e aittir. 

Emevi saltanat teorisi de, Şii imamet mitolojisi de savunulamaz. Emevi despotizmi üzerine de, Oniki İmam’ın yanılmazlığını esas alan mitoloji üzerine de sahih bir din inşa edilemez. İmamet de, hilafet de tarihsel ve siyasal kodlardır. Dinin aslından olmayıp, tarihsel bir duruma cevaptırlar. Şia ve Sünni fanatizmi aşılmadıkça, bu iki ekol de İslam’ı kendi tarihsel kodları üzerinden okumakta ısrar ettikçe bir yere varmak mümkün değildir.

“Sünni saltanat ideolojisi” ve “Şia imamet mitolojisi” kavramsallaştırması Cabiri’ye aittir. Cabiri’ye göre bu iki model de tarihsel bir duruma cevaptır. İslam adına üretilen bu iki model de geçmişte kaldı. Çünkü bu dinin özüne ait bir mesele değil, Hz. Peygamber vefat ettikten sonra ümmetin içtihadına bırakılmış bir mesele karşısında üretilen entelektüel bir cevaptır. Günümüzde ikisi de aşılmalıdır. Bu modellerin saltanat rejimleriyle uzlaşmak için gösterdikleri çabayı, günümüz Müslümanları bu rejimlerden çok daha ileri bir model olan demokrasi konusunda niye göstermesinler? Kaldı ki Cabiri, haklı olarak bu modellerin aşılması gerektiğini savunuyor. İslam’a göre yöneticinin seçimi, süresi, devletin modeli, içtihat alanına bırakılmıştır.

Öyle görülüyor ki Şii imamet anlayışı da, Sünni hilafet teorisi de, Kuran ve sünnetin belirlediği modeller değil, İslam siyasal tecrübesinin ürettiği modellerdir. Bu üretimde hiç kuşkusuz Arapların ve İranlıların tarihsel tecrübesi belirleyici olmuştur.

Şura ve istişare konusunda yol gösterici uygulamalar, Hz. Peygamber’in uygulamalarında bütün açıklığı ile ortaya konmuştur. Bu konuda siyasal anlamda rehber edineceğimiz uygulamalar, Hz. Peygamber’in henüz Peygamber olmadığı dönemde katıldığı “Hilfü’l Fudul”(Erdemliler İttifakı) ve özellikle Medine’ye hicretten sonra uygulamaya koyduğu Medine Vesikası’dır. Hz. Peygamber, özellikle Medine Vesikası’nın oluşturulmasında ve uygulamasında siyasal istişarenin eşsiz örneğini vermiştir.

İstişare; bir kişi, topluluk ya da kurumun ilgili konu hakkındaki görüşünü almak için yapılan iştir. Hz. Peygamber, çerçevesini vahyin belirlemediği konularda etrafındakilerle daima istişarelerde bulunmuştur. Bunlardan en önemlilerinden biri, Bedir Savaşı’nda ele geçirilen esirlere ne yapılacağı konusunda ortaya çıkmıştır. Bu konuyu arkadaşlarıyla istişare etmiş ve kendi düşündüğünün aksine şura sonucu alınan karara uymuş ve fidye karşılığında esirler serbest bırakılmıştır. Benzer şekilde Hendek Savaşı’nda şehrin nasıl savunulması gerektiği yolunda yapılan müzakerelerde Hz. Peygamber istişarede bulunmuş, şura sonucu ortaya çıkan karara uymuş ve şehrin etrafına hendekler kazılarak savunma yapılmıştır. Tarihçi İbn Hişam’ın verdiği bilgilere göre yine Hz. Peygamber, Bedir kuyularının konumunu herkesten iyi bilen ve savaş yerinin tespiti konusunda son derece tecrübeli olan Hubab b. Münzir’in önerilerini dikkate almış ve onun önerdiği yeri tercih etmiştir. (2)

Uhud Savaşı’nın şehrin dışında olması kararı da şura ile alınmıştır. Hz. Peygamber; Taif seferi, İFK olayı, ezanın belirlenmesi gibi konularda da istişare yapmıştır. Hz. Peygamber’in yanında kalan ve çok sayıda hadis rivayet eden Ebu Hureyre, hayatında Hz. Peygamber’den daha çok yakınlarına danışan bir kişi görmediğini söylemiştir.

Öyle görülüyor ki Hz. Peygamber, vahyin hüküm vermediği sosyal konularda sürekli kolektif aklı devreye sokmuştur. Ortak akıldan yararlanma konusunda Al-i İmran suresinin 159. ayetinde ise peygamberimize hitaben önemli bir ilke konur: “…iş konusunda onlarla müşavere et. Bir kere de karar verip azmettin mi, artık Allah’a tevekkül et, (ona dayanıp güven). Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever.”

Seyyid Kutub, “Onların işleri aralarında danışma iledir.” ayetini tefsir ederken şu ifadelere yer vermektedir: “İfade, onların her meselelerini aralarında danışarak çözüme bağladıklarını belirtiyor. Böylece tüm hayatlarını şura boyası ile boyuyor. Daha önce de söylediğimiz gibi bu ayet, bir İslam Devleti kurulmadan önce Mekke’de inmiştir. Şu halde bu nitelik, Müslümanların hayatında devlet düzeninden daha kapsamlıdır. Ve bu, bilinen anlamı ile bir devlet henüz kurulmamış olsa bile her durumda Müslüman cemaatin temel bir niteliğidir, karakteristik özelliğidir. Gerçekte İslam’da devlet, cemaatin ve onun kendine özgü niteliklerinin doğal sonucundan başka bir şey değildir. Cemaat, devleti özünde barındırır ve İslam hayat sistemini yürürlüğe koymak, onu fert ve toplum hayatına egemen kılmak üzere devletin fonksiyonunu yerine getirir. Bu yüzden şura ilkesi, cemaat içinde ilk dönemlerde yürürlüğe girmiş ve bu ilke, devlet ve devlet işlerini yürütmekten daha geniş ve daha kapsamlı olarak algılanmıştı. Şura, İslami hayatın ayrılmaz bir parçasıdır. İnsanlığa önderlik etmek üzere seçilen cemaatin ayırıcı özelliğidir, önderlik görevinin en gerekli ve en kaçınılmaz niteliğidir.”(3)

Hz. Peygamber, “Müslümanların fikrini almadan ‘emir’ tayin etseydim İbn Ümmü Abdi/Abdullah b. Mesud’u tayin ederdim.” (Tirmizi, Menakıb, 38.) “İstişare edilen kişi, kendisine güvenilen kişidir.” (Tirmizi, Edep, 57; Ebu Davud, Edeb, 114; İbn Mace, Edeb, 37.) “Sizden, üzerine mesuliyet yüklenen bir kimse için Allah hayır murat ederse ona ‘salih’ bir vezir nasip eder de unuttuğu şeyleri hatırlatır, hatırladığı şeylerde de yardımcı olur.” (Ebu Davud, Harac, 4.) buyurarak istişarenin önemini vurgulamıştır.

Şura ve istişarenin olmadığı, kararların tek elden alındığı yönetimlerde nepotizmin ortaya çıkması kaçınılmazdır. Bir memurun ideolojisi, mezhebi, dünya görüşü, cemaati, tarikatı, partisi, başı örtülü ya da açık olması değil; işinin ehli olması ve yaptığı görevdeki yetkinliğidir asıl olan. Adalet; hak edenin dinine, mezhebine, siyasal görüşüne, cemaatine bakmaksızın hakkını vermek erdemidir.

Liyakatin değil nepotizmin geçerli olduğu toplumlarda bürokratlar, kışkırtılan arzularının peşinden koşarlar. Bir göreve atanan bürokratın yükselme iştahı, onu, kendini gösterecek projeler üretme ve bu yolla kendini gösterme yerine, tanıdıklarını devreye sokmaya itmektedir. Bu istek; gösterişçi ama içeriksiz, yapmacık davranışlara yönelmekle sonuçlanır. İnsanlar, proje üretme kompleksinden aslı görevlerini yapamaz hale gelir. Bu sistemde işini iyi yapan değil, reklamını iyi yapan verimsiz müdürler öne çıkar.

Bir insan namaz, oruç, hac gibi ibadetleriyle kendine alan açamaz. Ancak adalet, eşitlik, yalan söylememek, dürüst olmak, yetimlere yardım etmek, mazlumu korumak, zalime karşı çıkmak gibi değerlerle kendine alan açabilir ve toplumu bilinçlendirip onlara önderlik edebilir.

Yeteneğin ve liyakatin geçerli olmadığı düzenin ahlakı da pragmatisttir. Pragmatist ahlak, yapılan eylemin kendisini değil sonucunu belirleyici bir faktör olarak görür. Buna göre bir eylemin kendisi veya yapılış tarzı değil, sonuçlarıdır belirleyici olan. Sonuçta size çıkar sağlayan her eylem doğrudur. Bundan dolayı, tüm zamanlar için geçerli ahlak kuralları yoktur. Ahlak kuralları sağladığı faydaya göre değişir. Bu yüzden değişmez ahlak kuralları olamaz.

Liyakatin esas olmadığı toplumlarda entelektüel tartışma, yerini yok etme güdüsüne bırakır. Harici mantığın bir tezahürü de, kendi mantığı dışındaki tüm anlayışları gayri meşru olarak görmesidir. Din üzerinde kurulan bir tekel varsa, o da budur. İslam’a göre hiçbir beşer Tanrı adına konuşamaz, yorum yapamaz, kendi yorumunu Tanrı’nın muradı budur şeklinde yorumlayamaz. Çünkü her beşeri yorum yanılgıya açıktır, zamana karşı dayanıksızdır, tarihseldir. Değişmez olan ilahi kelamdır. Kelamdan ne anlaşılması gerektiği çerçevesinde yapılan hiçbir yorum mutlaklaştırılamaz.

Müslüman olarak bizlerin arayışı daima hak, hukuk, adalet, temel hak ve özgürlükler ekseninde olmalıdır. Bunları kim ya da kimler sorun ediniyorsa, yerimiz onun yanıdır. Adaletsizlik, kimden gelirse gelsin karşı durmak tercih değil zorunluluktur. Bizler, bir Yahudi ve Müslüman anlaşmazlık yaşadığında mağdur olan Yahudi’yi haklı bulan bir Peygamberin ümmetiyiz.

Liyakatin esas alınmadığı toplumda ayırımcılığın nelere yol açacağı konusunda Teoman Duralı Hoca’nın anısı önemlidir: “1977’de doktor oldum. Hemen ardından işimden oldum. Sekiz, dokuz ay işsiz kaldım. Ne yaptım? Elde avuçta para yok. Kapalıçarşı’ya gidip hanutçuluğa başladım. Doktor hanutçu oldum. O arada bir kadro geldi. Fakat başka bir hocamız oranın kıdemlisi olduğum halde, kadroya kendi adayını aldı. Çünkü o hanım ile kocası tanınmış, muteber solculardandı, bense değildim. Dokuz ay sonra nihayet bana da bir kadro lütfedildi. Ardından tekrar dil ile bilim sınavları… Girdiğim dil sınavlarının haddi hesabı yok” (4)

Teoman Hoca’nın söylediği, geçmişte kalan bir mesele değil maalesef. Türkiye, aklı başında bir hukuk devleti olamadığı için nepotizm, dönemin hastalığı olarak öne çıkıyor. Bu tutum, özellikle kamuda verimsizliğe yol açtığı gibi yetenekli kişilerin de dışarıda kalmasına sebep oluyor.

Bir kişinin yeteneğine ve liyakatine bakmaksızın dindar, Atatürkçü, sağcı, solcu, Alevi, Sünni gibi aidiyetlerine bakılarak kayırılması ve tercih edilmesi ya da cezalandırılması, İslam’ın adalet ilkesine aykırıdır. Bu tutumlar, yönetimde şura ilkesinin olmaması ile yakından ilgilidir. Çünkü şura, bir anlamda yönetimde ortak aklın egemenliğidir. Diğer yandan şura; gücün tek bir elde toplanmasını önleyerek, baskı yönetimi oluşmasını engeller. Sorun sistemde ise sistemi değiştirmek gerekir. Sorun, sistemin yürütülmesinde görev alan insanların ehliyetsizliği ise yerlerine liyakat sahibi insanlar atanmalıdır.

İnsanlar sevdikleri, içinde bulundukları ve ait oldukları parti, grup, cemaat ve etnisite hakkında ortaya çıkan hataları görmezden gelme eğilimine sahipken, kendini yakın hissetmediği “öteki”ler hakkındaki iyi özellikleri görmezden gelirler. Bu durum, adil yaklaşımı engelleyen en önemli faktördür. Kuran’sa bize, yakınlarımızın aleyhine bile olsa adaletten sapmamamızı öğütler.

Yönetimde her tür otoriter yönteme kapıyı kapatan, sorumluluğu ve paylaşmayı öne çıkaran şura ilkesini yeniden gündeme getirmek gerekir. Müslümanlar daima adaleti, özgürlüğü, liyakati öne çıkaran bir siyasal modelin savunucusu olmalıdırlar.

  1. TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2010 yılında İstanbul’da basılan 39. cildinde, 230-235 numaralı sayfalarda yer almıştır.
  2. İbn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, III,  235; İbn Sad,  Kitabu’t-Tabakâti’l-Kebir, II, 66.)
  3. Seyyid Kutub, Fi Zilali’l Kur’an, Hikmet Yayınları.
  4. Teoman Duralı, Öyle Geçer Ki Zaman, Turkuvaz Yayınları

Yusuf Yavuzyılmaz’ın Tüm Yazıları

Önerilen Yazılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir