Hasan Postacı: İlke ve Değer Merkezli Siyasetin İmkanları-4

31.01.2021

Evrensellik-Yerellik Sorunsalı

Reel politikte, ümmet merkezli evrensel bir İslami bütünsellik üzerine kurulu söylemlerin, İslami duyarlılığa sahip çevreler dahil olmak üzere kahir ekseriyetin zihin ve ruh dünyasında bir ütopya olarak algılandığını söylemek abartı olmaz. Doğal olarak böyle bir söylemin şekillendirdiği programla (örneğin halifelik kurumu üzerinden bir yönetim sistemini savunmak gibi) iktidar hedefini ortaya koyacak bir siyasi parti veya hareketin, Türkiye dahil halkı Müslüman çoğunlukta olan ülke ve coğrafyalarda kitlesel boyutta toplumun hatırı sayılır bir kesiminden kabul görmesi, destek alması çok zor bir ihtimaldir.

Bu durum gerçekten bir ütopya mı? Böyle bir ütopya algısının oluşumunun nedenleri ile ilgili neler söylenebilir? Korunmuş, sahih kaynakların ürettiği evrensel İslami iklimi günümüzün zihinsel kodlarına taşıyamamanın ve derinlikli bir vokabüler üretememenin kaçınılmaz sonuçları olarak mı görülmeli bu algı? Yoksa böyle bir yaklaşım üzerinden İslam’ın, yaşadığımız dünyaya bir medeniyet projesi sunma potansiyelinin tamamen ipotek altına alınmasını içselleştirilmesi gibi bir çaresizlikle mi karşı karşıyayız? Bu temel sorunsalın yeni bir düşünce ikliminde, yeni bir metodolojinin imkânları ile paradigmal bir alternatif oluşturma çabaları üzerinden aşılabilmesi mümkün mü?

Tarihselci veya hermenotiğe yakın anlayışlar, geçmişin kurumları üzerinden yeni bir şeyler inşa etmenin eşyanın tabiatına aykırı olduğu düşüncesinden yola çıkarak böyle bir anlayışa, yani ümmet merkezli evrensel İslami siyasal bir paradigmaya karşı gelirler. Çünkü onlara göre zaman içerisindeki değişim ve farklılaşma bunu imkânsız kılar. Yani tarihi ilerlemeci bir yaklaşımla tanımlarlar ve buna bağlı olarak peygamber referanslı siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel uygulama, bakış ve anlayışların imkânsızlığını savunurlar. Bu bağlamda sadece ibadet alanındaki uygulamalar, ritüel ve formlar, iyimser bir yaklaşımla zaman ve coğrafya üstü görülür.

Gelenekçi klasik İslami yaklaşımların sosyolojik olarak geçmişten bir miras olarak devraldıkları apolitik cemaatsel formların entegrist (kendini hakikatin ve onunla şekillenen hidayetin ölçütü/adresi/merkezi görme) duruşlarındaki katılık, siyasal zeminde kendini sığ bir pragmatizme endeksler. Dolayısıyla evrensel İslami bütünsellik gündem dışıdır veya zaten cari olanın gerçekliği üzerinden içselleştirilmiş ve mehdi/mesih kurumsallığına havale edilmiştir. Bu yönüyle kaderci (mezhebi literatürde cebriyeci anlayış) bir pozisyon tercih edilmiştir.

Bu durumun, bireysel İslami kimliğin toplumsal İslami kimlik karşısında baskın olmasından kaynaklandığı söylenebilir. Tam da bu nedenle, İslam coğrafyalarında toplumsal İslami kimliğin tevhidi zemini kırılmaya uğramıştır. Yani Müslüman olan bireylerden oluşmuş cemaatten, dernek ve vakıflara, sendika ve partilerden, devlet olma iddiasındakilere kadar formlardaki toplumsal kimliğin tevhidi olduğundan bahsetmek neredeyse imkânsızdır. Daha kötüsü bu durumun sosyopolitik, sosyokültürel ve sosyoekonomik alanlarda içselleştirilmesidir. Bu durumun istençli bir tercih olmaktan çok, düşünsel yetersizliklerin kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çıktığı söylenebilir.

Astrofizik; evrenin 13.7 milyar yıl yaşında olduğunu, bir sınırının ve ömrünün olduğunu söyler. İnsanın yaratılış hikâyesinin bu zaman aralığında antropoloji üzerinden tahminleri bile göz önüne alınsa, birkaç on bin yıldan öteye götürülemediği görülür. Yani yaratıcının terbiye ettiği eşyanın düzeninde zaman nehrinin debisi, adeta eşyayı insana hazırlamak için bir akışı devam ettirerek insanın rol aldığı bu son dilimin şekillendirildiği söylenebilir. Bu bağlamda Batlamyusçu evren anlayışı, insanın yaşam koşullarının çok derinlikli ve hassas ölçüler üzerine kurulu olduğu dünya gezegenini evrenin merkezi kabul eder. Bu durum, astrofiziğin kanıtlanmış bulguları ile örtüşmese de metafizik perspektiften yola çıkılarak insanın seçilmişliği üzerinden bakıldığında, evrenin insan merkezli şekillenişinden buranın kastedildiği sonucuna ulaşılması pekala mümkündür.

Tüm eşyanın dengesi, devasa evren hacmi içinde bir zerre mesabesindeki dünya gezegeninde, özgür insanın yaşayabileceği koşullara endekslendi.

Külli irade ile kuşatılmışlığın cüzi irade alanındaki cebri yansımaları, vahyin özgürleştirici mesajları ile kırılarak özgür insana yol göstericilik yapar. Bu yönüyle kuşatıcı/çaresiz cebrilik, insana imtihanı kaybettiren bir sapma olarak okunabilir. Tersinden müstekbirleşen özgürlük algısının, insan tekinin kendini tanrı veya tanrının oğlu/tanrıdan parça olarak görmesinin metaformik sapmalarına kadar vardığı da görülebilir. Bu varoluşsal sarkacın ekstremum noktalarında insanı mutmain ve razı olunabilecek kul kılacak olanın, onun özgür iradesi ile ortaya koyacağı tercihler olduğunun altını çizerek vurgulamak gerekir.

Özgürlüğün varoluşsal sancısı, ateist ve deist egzistansiyalistlerde içinden çıkılmaz çığlık ve çırpınışlara dönüşmüştür. Bu, ateist Sartre’de insanın özgürlüğe mahkum olduğu gibi bir paradoksa dönüşürken, deist Kierkagaard’ta var olmanın anlamsızlığı, Adem’in ilk günah metaforu ile tercih yapan öze kanat çırpması metaforuna dönüşür. Bu kaybolmuşlukların tek çıkış yolu, sahih vahyin kılavuzluğudur.

Tevhidi manada iman etme; evrenin yaratılmışlığı, bir düzene sokulmuşluğu ve eşsizliği üzerinden tek olan ilahlığa şahadet ederek tasdiklemeyi gerektirir. Uluhiyet boyutundaki bu yaratıcıyı birleme ve tasdik etme, yine Kitab-ı Kerim’in ifadesi ile çoğunlukla özgür insan tarafından kabul görmüştür (29/61 Ankebut). Ancak bu düzeyde imanın yeterli ve geçerli olmadığı vurgulanır. Uluhiyet boyutundaki tasdikin kendi içinde önemli kırılma ve sapmaları oluşmuştur, tarihten günümüze kadar. Aristocu yaklaşımda; Tanrı’nın yaratıp köşesine çekildiği şeklinde özetlenebilecek deist yaklaşımlardan, büyük yaratıcı ilaha ulaştıran aracı ilahların türetilmesine kadar geniş bir sapma bandından söz edilebilir bu anlamda. Kendisine kitap verilenlerde de bu yönüyle bir tahrif ve sapmadan bahsedilebilir (7-31 Tevbe). Bu kırılmanın nirengi noktasının, insanın kendi yaşamına yaratıcının terbiye ediciliğine karşı çıkmasından kaynaklandığı söylenebilir. Rububiyet olarak tek ilah olanın, aynı zamanda tek Rab kabul ve tasdik edilmesi, tevhidi anlamda bir imanı mütemmim kılar. Tek ilah olanın aynı zamanda tek Rab kabul edilmesi, risalet üzerinden gönderilen Resul ve vahyinin tasdikini ve onun öngördüğü değerler-ilkeler üzerinden bir yaşam inşasını öngörür. Bu tasdik ve kabul, evrensel bir duruşun kuşatıcılığını beraberinde getirir (3-110 Al-i İmran).

Hasan Postacı’nın Tüm Yazıları

Önerilen Yazılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir