26.11.2024
Selçuk Kozağaçlı, gazeteduvar.com.tr’de “’Yahya’nın Asâsı’ ve İnkültürasyon” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazıyı aşağıya alıntılıyoruz.
Sürülürken kilitlenmiş kapıların dönmek üzere saklanan anahtarlarından eritilmiş asâ! Bu asânın “Hiçbir mucizesi yoktur” ve gerçek mucize zaten bu değil midir?
Hamas Lideri Yahya Sinvar’ın ölümü üzerine yazmak istiyordum. O sırada, aklımdan geçeni -benim yapabileceğimden güzel- ifade etmiş bir yazı geçti elime ve bu yazıya dair yazmaya karar verdim.
Yazılmış olana bir katkısı olacağından değil, zaten kendi potansiyeliyle mükemmelen dolu bu küçük tohum çekirdeğinin düşeceği toprağı havalandırmak gibi düşünün.
“Dövüşen” hakkında konuşma alışkanlığına sahibiz. Belki dövüşen yerine “uğraşan” demek daha doğru. Divanü Lugati’i Türk uğraş için -bugün yan anlam olarak kullanmayı sürdürdüğümüz- “birbirine yönelmek” karşılığını asıl anlam olarak verir ve sözlüğün en güzel dörtlüklerinden birisini tanık gösterir;
Kış yay bile tokuştı
Kıñır közün bakıştı
Tutuşkalı yakıştı
Utgalı met ugraşur
(Kış yaz ile çarpıştı;
Birbirlerine yan gözle (dik dik) baktılar;
Birbirini yakalamak için yaklaştılar;
Her biri öbürünü yenmeye uğraşıyor…)
Olup olacağı “bahar” gelmiş ama böyle söylenince daha heyecan verici sanki? Gücümüzü bu ölçüde aşan bir çatışma hakkında bile insani ölçeğin gölgesine sığınarak konuşmak biraz hüzünlü duruyor sadece.
Uğraş seyretmeyi ve üzerine konuşmayı seviyoruz. Çalışan kepçeyi, greyderi, vinci “durarak” seyretmekten kendini alıkoyamayan yanımız; futbolcuya, güreşçiye ve elbette savaşçıya televizyon karşısından akıl veren yanımızla akraba. Kanepeden kalkmaya mecalimiz yok ama her kıpırdayana verecek sonsuz akla, hareketi boydan boya kesen değer yargılarına sahibiz.
Üzerine konuşacağımız yazı istisna sayılır çünkü dövüşenden dövüşene yazılmış. Yine de çoğumuz açısından kural, yargılarımızı neredeyse kıpırtısız bedenle edinmiş, edimsiz biriktirmiş, bileylemeden keskinleştirmiş olmak.
Boş mu konuşuyoruz yani?
Hayır. Daha ziyade sevimli çeviri argoyla “Boş yapmış” oluyoruz. Çünkü edim üzerine konuşmak, onun boşluğunu doldurmuyor. Edim bir oluştur. Gerçekleşmiş değil -Aristotelesçi anlamıyla- “gerçekleşmesi süren” bir oluş: Davranış, fiil, aksiyon. Latinler Actus der ama Aristoteles’in Yunancasında -hem içerik hem telaffuz açısından- doğru kelime muhtemelen eski hapishane komşumun argosuna yakındır: “Enerciii…” Veya biz Energeia diyelim. Kuvvenin fiile, gücün edime geçişi. Sadece gerçekleşirken değil üzerine konuşulurken de akla çok az ihtiyaç duyulur. Bu kısım biraz şaşırtıcı. Kendi yapamadığını onun hayatında seyretmeyi sevmekle yetinmeyip ona bir de akıl vermekten kendini alıkoyamayan milyonların hayreti gibi: Akıllanmamış!
Hapishane kimseyi akıllandırmaz.
Bizi her defasında böyle şaşırtabilmesinin nedeni René Char‘ın Hypnos Yaprakları‘nın kırk altıncısında çok güzel tarif edilir: “Edim bakirdir, tekrarlansa bile.” O yüzden sizin akılcı -ve gayesiz- değer biçmelerinizdense onun tekrar tekrar harekete geçişi ilginçtir. Çift taraflı seyirlik; Gazap ve Muamma?
Birazdan dövüşenlere dair konuşacağım için doğru giriş kapısını -el yordamıyla- bulmaya çalışıyorum. Edime dair konuşma alışkanlığımızın tarihi iki koldan takip edilebilir: Hareket ve Anlam. İlki “Fizik”e kadar gider: Hareketin yasalarını anlamak için konuşmak. İkincisi -Yaratılış veya Gılgamış’a değilse- “Retorik”e kadar geri çekilebilir: Güzel sözle etkilemek. Bunlar birbirini tamamlar gibi görünmelerine rağmen aslında çeler ve dönüştürürler. Bilim; sanat, teoloji, politika: Eğer mesele Gerçek, Güzel ve Doğru hakkındaysa İkna ile Şiddet yarışır. O yüzden Platon’un Gorgias’da politikayı Retorik’e yaslamasını kendi içinde tutarlı kabul etmeliyiz. Her şey hakkında sürekli oylamayla karar verilen bir “ikna” toplumunda yapısal şiddet ve zoru tanıyıp ayırt etmek kolay değildir; oysa güzel bir konuşmanın ikna ediciliği hemen hissedilebilir.
O zaman bu kapının -eğer bu bir kapıysa- önünde duralım. Bilimin buz kesmiş merakını, doğa yasasının gayesiz değer biçmesini ve akılcı hümanizmin öfkeli parmak sallayışını şimdilik dikkatimizin odağından çıkarıp “Olumsala” yoğunlaşalım. Çeldirici de olsa, sanki her şey bizim arzumuzla irademiz arasındaki çatışmadan özgürce ortaya çıkıyormuş gibi hissettiren “politik ikna” üzerine konuşalım. Ama gerçek politikayı kastediyorum: Kendimizi politik şiddet edimi ihtiyaç ve estetiğine ikna edeceğiz ve haklısınız hapiste yatmanın kimseyi akıllandırmadığını az önce de söylemiştim.
Pekala.
Bu yazının sonuna eklediğim kısa metnin yazarını tanıyorum. Aslında söylem analizi için gerekmez ama “biz de ihtiyaç duyuyoruz derseniz” devrimci tutsak; şair, Yahya’dan altı yedi yaş genç. Komünist.
Sinvar 1962 doğumlu, Arap. Dini/milli (Sünni Müslüman/Filistinli) bir direniş örgütünün önce askeri kanat sorumlusu ve nihayet lideriydi. Eski tutsak, mücahit, komutan, şehit. Hemen hiç birisine sahip olmadığımız bu “hâl” sıfatlarından değil edimden konuşacaksak, yaşamı kadar ölümü de “anlamını” bize aktaracak ortak dile muhtaç görünüyor.
Çünkü mesela aşağıdaki küçük yazının müellifi -şiir yazarken bile- dini ve milli hassasiyetlere materyalist/enternasyonalist mesafe bekleyebileceğimiz bir Marksist Leninist. Yani, ortak dil derken Arapça’yı değil “Aslan konuşabiliyor olsaydı ne dediğini anlayamazdık” diyen irfanın isabetle işaret ettiği yüksek sınır duvarındaki -varsa- kapıdan söz ediyorum.
Komünist savaşçı ile milliyetçi, dindar komutan arasındaki duvar.
Cizvitler inkültürasyon diyebilirdi. Çin ve Güney Amerika’da İsa öğretisini anlatabilmenin Judeo-Christen teolojiyle (yahut Greko-Romen literatürüyle) mümkün olmadığını erkenden kavrayıp ilginç denemelere girişmişlerdi. Papalık neredeyse üç yüz yıl boyunca, Hıristiyan kilise hiyerarşisinin Konfüçyüs üzerinden anlatılabilmesine veya Mesih’in “Tanrı Ateş Kertenkelesi” ile çarpıcı benzerliklerinin ima edilmesine yanaşmadı. Nihayet ancak 1938’de inkültürasyon yasağını kaldırıp Cizvitlerin bu konudaki itibarını iade ettiler.
Yoksul kalabalıkların Tanrılarından, umut ve öfkelerinden söz etmemize rağmen antropoloji değil politika konuşuyoruz. Yahut politik edimin motivasyonu hakkında düşünüyoruz diyelim.
Astronot Peder Emilio Sandoz’un hikâyesini anlatan Mary Doria Russel’ın eşine az rastlanır modern trajedisi “Serçe”, konu Aztekler değil uzaylılar bile olsa kapıyı ilk aralama hevesinin niye Cizvitler’den geleceğini çok güzel anlatır. Elbette, iyi niyetle verilmiş karşılıklı zararlara yol açan imkânsız karşılaşmalara ilgi duyuyorsanız.
Roman sevmiyorsanız İran Komünist Partisi ile Molla’ların tarihine bir göz atın. Duvar şaka değildir, karşılıklı edim bekler ve kapılar iyilikle kötülüğü aynı kayıtsızlıkla geçirir.
Roman veya tarih olmadıysa belki şiir? Adrienne Rich enfes “Göçmen Adaylar, Lütfen Dikkat!” şiirini şöyle bitirir:
“(…) kapının kendisi hiçbir konuda söz vermiyor
Kapı, sadece bir kapı işte.”
Arap, Peştun, Çeçen, Afgan veya Yoruba dindar milliyetçisi emperyalizme karşı canını ortaya koyarak dövüşmeye başladığında, Greko-Romen hümanizmine yaslanıp “boş yapmak” yerine serbest stilde çift dalarak muhatabımızın sırtını yere getirmeli ve edimin anlamını göğsünden çekip alabilmeliyiz. Daha önce denendi, kötü sonuçlandı diyecekler için tekrar edeyim: Edim bakirdir.
Aslan’ın sadece ne söylediğini anlayabilmeniz değil sorun; sözü bitmeden sizi yiyebileceğinin de farkında olmalısınız. Zihinsel ve fiziksel teması ancak bunu bilerek gerçekleştirdiğinizde yahut kadim Türkçe’de söylendiği gibi “tutuşkalı yakıştığınızda” kapı bahara açılabilir. Aslolan uğraş.
Hamas Gazze’de yönetime el koyduğunda FHKC “Halk iradesinin gaspedildiğini” söylemişti. Bu örgütün seküler demokratik/seçilmiş Filistin yönetimine karşı İsrail tarafından desteklendiğini -hatta kurdurulduğunu- işbirlikçi ve kışkırtıcı olduğunu söyleyen de oldu. Şimdi son FHKC basın açıklamasına bir bakalım, ölüm Hamas Lideri’nin sıfatlarını nasıl etkilemiş:
“…Filistin kahramanı ve şehidi, büyük ulusal lider, savaşçı, direnişçi, serbest bırakılan tutsak, Hamas Lideri, Aksa Tufanı destanının mimarı ve Kudüs’ün Kılıcı Savaşı’nın kahramanı Şehit Yahya Sinvar ‘Ebu İbrahim’in yasını büyük bir gurur ve onurla tutuyoruz…”
Nasıl olmuş olabilir bu değişim?
İsterseniz “Euzûkürü mevtakûm bi’lhayr”* hadisine bağlılık gereği sünnete uyulmuş deyin yahut Aksa Tufanı iki örgüt arasındaki buzu çözmüş diyelim. Öyleyse buzu eriten, sözün değil edimin ısısıdır.
Yahya ile komünistler arasındaki kapı da böyle kolaylıkla bulunup açılabilir mi? Yahya yaşayıp “Kurtarılmış Gazze”yi yönetseydi, ona karşı hislerimiz bugün Kâbil’i veya Tahran’ı yönetenlere hissettiklerimize mi benzerdi? Bilmiyoruz. Ama düşünüyoruz, düşünmek gerekir.
Han Yunus kampında doğmuş ve vasiyetinin girişinde kendisini: “Ben gurbeti geçici bir vatana, hayali ise sonsuz bir mücadeleye dönüştüren mülteci çocuğu Yahya…” diye çağıran bu adamla ortak bir dil bulabilir miyiz?
Komünistler -haklı ve haksız gerekçelerle- sayısız kez Cizvitlere benzetilmiştir. Hızlıca hatırlayabildiklerimin en eskisi Prens Mişkin: “Sosyalizmi ele alalım: Özü Katolikliktir” der. 1868’deyiz. Tespit, Yepançinlerin salonunda stresten prensin krizini tetikleyecek ve -ünlü vazonun kırılması sahnesiyle biten- ayarsız Budala tiradının henüz başındadır ama Slav Ortodoks Dostoyevski’nin hakkımızdaki düşüncesini gayet berrak yansıtır.
Sonra herhalde 1922. Pessoa –Anarşist Banker’i yazarken- Cizvitlerden bile kötü olduğumuz kanaatindedir: “…Cizvitlerin hiç değilse öte dünya özrü var. Komünistler mazeretsiz Cizvitlerdir.”
1924’e geldiğimizde -savaş bitmişken hâlâ arifesi üzerine düşünen- Thomas Mann; kutsallık uğruna, kendisininki de dahil yaşamlar gözden çıkarmaya hazır Cizvit Naphta’nın akılcı hümanist Settembrini’den -edimsel açıdan- daha özgür olduğunu söylüyor gibidir. Büyülü Dağ‘da komünist bulunmasa bile bu özgürlük komünistin de elindeki kozdur.
Yanlış hatırlamıyorsam Marcuse; “Kıta Avrupası’nda doğmuş ilk ve dünyadaki son en büyük seküler din Marksizmdir” demişti. Bu -veya benzeri- aforizmaları gereksiz bulanları anlarım ama ciddiye alıp bize inkültürasyon yapan Cizvitler olduğunu bilmelisiniz. Leonardo ve Clodovis Boff kardeşler gibi Marksist Pederlerin, Socializmo y Anarquismo (1893) kitabının yazarı Katalan Cizvit sendikacı peder Antonio Vincent’in, Frei Betto’nun -gerçi o Dominiken’dir- ve onlarca Kurtuluş teoloğunun Marksizm ve silahlı yoksul direnişlerine ilgisi heyecan vericidir.
Orada bitmez. Bloch’un Münzer, Şeriati’nin Ebu zer el Gıffari, Nazım’ın Şeyh Bedreddin okumaları bir yana, Doktor Hikmet Kıvılcımlı’nın ünlü Eyüp Sultan Konuşması’ndan çağdaş Alevi siyasallaşmasına kadar bu kapı her iki taraftan da defalarca çalınmış ve hatta -dar bir açıklık da olsa- Mesih’i, Mehdi’yi (yahut devrimi) geçirmek üzere aralanmıştır.
Eğer kapı bugün kayıp -yahut kapalıysa- bulup açmak zorundayız.
Yahya İbrahim Hasan es-Sinvar diye imzalayacağı vasiyetinin sonlarında; “Dünyadan adalet beklemeyin, çünkü ben nasıl dünyanın acımız karşısında sessiz kaldığına şahit olduysam siz de olacaksınız. Adalet beklemeyin, siz adalet olun….” diyor Muris.
Burada mı kapı? Terekede? Belki.
İlk kez 1988’de “ömür boyu” kapatıldığı hapishaneden 2011’de -hukukla değil, infazla değil, afla değil- savaşarak elde edilmiş Vefa ül-Ahrar anlaşmasıyla salıverilmek zorunda kalınmış bir eski tutsak. Hapiste sabrı, inadı ve “kalbi kırılmaz silaha dönüştürmeyi” öğrendim demiş. Üçüncü ve son kez söylüyorum; hapishane gerçekten ve hiç kimseyi “akıllandırmaz”, en azından kapatanın umduğu akıl tutsağa yabancıdır.
Burada mı kapı? Hapishanede? Belki.
Aşağıdaki yazının şair müellifi tutsaklıkta Yahya’yı geçmiştir. Hapiste ustalık kıdem işi. Ben henüz üç bin mütevazı günle çırakları sayılırım. Kalfalık peşindeyim. “Kalfa”nın etimolojisi -selefini doğru seçenler için- “Halife” kelimesinin yerel bir söylenişinden gelir. Gelenek diyelim isterseniz.
Komutan sıfatıyla vasiyeti de var: “Silahınızı bırakmayın”. Komutan olmak için evvela asker olmak gerektiğini mi düşünmeliyiz? Hayır? Asker düşünmez. Şvayk haklıdır: “Düşünen bir asker ancak rezil bir sivile benzer…” Askerlik heves edilecek bir iş değil ve biz asker değiliz. Muhtemelen Yahya da değildi. Amircal Cabral’ın dediği gibi: “Bizler asker değil silahlı insanlarız”. Öyleyse vasiyet geçerli hâlâ.
Kapı belki burada -arpacığın önünde- duruyor, belki de geçtik çoktan eşikten:
“Bizden öncekilerin başladığını tamamlamak için buradayız ve ne pahasına olursa olsun bu yoldan sapmayacağız.“
Doğru vasiyet işte böyle yazılır ancak işleme konmak için doğru ölümü gereksinir. Yahya doğru öldü. Doğru yaşayıp yaşamadığımızın ölçütlerinden -önemli- birisi de budur.
Kapıyı artık gözünüze kestirdiyseniz girin, “Yahya’nın Asâsı”nı okuyun şimdi: Sürülürken kilitlenmiş kapıların dönmek üzere saklanan anahtarlarından eritilmiş asâ! Bu asânın “Hiçbir mucizesi yoktur” ve gerçek mucize zaten bu değil midir?
Şehitlere ebedi onur; Filistin’e mutlak zafer!
Biz kazanacağız!
*Ölülerinizi hayırla anınız.
Yahya’nın Asâsı
“… Firavunun ordusunu görünce Musa’nın insanları ‘şimdi mahvolduk’ dediler. Musa ‘Hayır! Eminim ki rabbim benimledir, bana bir çıkış yolu gösterecektir’ dedi. Bunun üzerine Musa’ya ‘Asân ile denize vur!7 diye vahyettik. Deniz derhal yarıldı…” [Şu’ara Suresi 60-63. Ayetler]
Sonrası biliniyor. Museviliğin, Hıristiyanlığın ve İslamiyet’in kutsal kitaplarına göre, Musa’nın asâsı kavmine kurtuluş yolunu açmıştır.
Ve bugün Musa’ya bile ihanet eden zamane Firavunlarının karşısında halklara kurtuluşun yolunu açan Yahya’nın asâsıdır.
Geriye dönüp elini kaldırarak Firavunla uzlaşmaya kalkmadı Musa. Ve Yahya, asâsını fırlatarak özgürlüğün yolunu işaret etti halklara.
Kuşatılmışsanız, “Ya teslimiyet, ya mahvoluş” dayatılıyorsa tek çıkış yolunuz vardır: Elinizdeki asâ…
Kurtuluşun yolu elinizdeki asâya inanmaktan geçer. O öyle bir asâdır ki, dün denizleri ikiye ayırır ve bugün Firavunların demirden kubbesini delik deşik eder. Ve tam da bu nedenle gelmiş geçmiş bütün Firavunlar, halklara “Elinizdeki asâyı bırakın” diye emrederler. Yahya bırakmaz. Bundandır ona terörist demeleri.
Yahya’nın Asâ’sı Filistinlilerin öfkesinden ve acısından yontulmuştur. Hiçbir mucizesi yoktur. Umutlu ve Sumud‘lu bir direnişten başka.
Ağırdır Yahya’nın asâsı. Mayasında Nakba’dan yadigâr anahtarlardan eritilmiş özlem olduğundan sivridir ucu, alçaklığın “Abraham Anlaşması”nı parçalayacak kadar.
Yaralıdır Yahya hem de Filistin kadar yaralıdır.
Bir kolu parçalanmıştır. Ve Lakin sağlam elinden düşürmez asâsını. Ve fırlatır Batı Uygarlığı’nın teknolojik ikiyüzlülüğünün yüzüne.
Güçlüdür Yahya’nın asâsı, bütün silahlarından emperyalizmin. Onun ateş gücü haklılığındandır ki halkların başeğmezliğine “haysiyet” der karakafalı şarklılar. Gerisini de Yahya’nın ablası Rosa Luxemburg söyler: “… Şeref en yüksek idealdir ve ilelebet öyle kalacaktır. Şeref insanların ve halkların geleceğinin yegâne güvenilir teminatıdır. Buna içtenlikle inanıyorum.”
Yahya Filistinlidir. Asâsı da kurtuluş yolunun pusulasıdır. Yahyalar ve asâsını elden düşürmeyen cümle halklar kazanacaktır. Biz buna iman ederiz. Elimizde asâ oldukça, köleliğe karşı özgürlüğün zaferine imanımız tamdır. Vesselam.
Gazap ve Muamma, René Char, çev. Işık Ergüden, Zarife Biliz, Sel Yayıncılık
Serçe, Mary Doria Russel, çev. Emil Keyder, Metis yayınları
Anarşist Banker, Fernando Pessoa, çev. Işık Ergüden, Sel Yayıncılık
Budala, Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, çev. Mazlum Beyhan, İletişim Yayınları
Büyülü Dağ, Thomas Mann, çev. İris Kantemir, Can Yayınları
Adrienne Rich, çev. Cevat Çapan, Adam Yayınları
Her Şeye Rağmen Tutkuyla Yaşamak, Rosa Luxemburg, Yordam Yayınları
Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.