30.10.2021
Toplumsal yaşam serüveni, insanın yaşamsal ihtiyaçlarını en iyi şekilde karşılama arayışları üzerinden köklü değişimler göstererek günümüze kadar gelmiştir. En üst örgütlenme modeli olarak ulaşılan modern devlet yapılanmaları, bilim ve teknolojide ortaya çıkan yenilikler ve gelişmeler, felsefe, din, hukuk, edebiyat ve sanat gibi alanlarda yaşanan derinlikli değişimler, büyük savaşlar, göçler, devrimler günümüz devlet yapılanmalarını şekillendiren dinamikler olmuşlardır.
Devlet, insanın toplum halinde yaşamasını sağlamak için doğmuştur. Bu misyonunu yerine getirmek için en iyi şekilde tasarlanması gerekmektedir. Bu tasarım süreci hem teorik hem de reel dünyada hala devam etmektedir.
Özelde kendi medeniyet iklimimizin deneyimleri de insanı yaşatma merkezli bir yönetim kültürüne dönük önemli birikimlere sahiptir. Sağlıklı bir toplumsal örgütlenme ve yönetim modelinin temeli can, mal, akıl, nesil ve inanç emniyetine dayandırıldığı bir yönetim felsefesi geleneğinden beslenmektedir. Medeniyet coğrafyamız devletin yönetim ile ilgili amaçlarının merkezinde din, can, akıl, nesil ve mallarını koruması olduğu/olması gerektiği görülür. Bu beş temelin korunmasını içeren her şey maslahattır, bunların ihlâline yol açan her şey mefsedet olduğu gibi bu ihlâllerin ortadan kaldırılması da maslahattır.
Bu maslahat sadece Müslümanlarla sınırlı değildir. Sorumluluğu altındaki tüm insanlar içindir. Bu yönüyle çoğulcu bir yönetim odaklanması vardır. Bunun ilk formal örneği olan Medine sözleşmesinin içeriğinde de görmek mümkündür.
Özellikle temelini Kuran ve peygamberin yaşamsallaştırılmış ilkelerinin, İslam’ı seçen diğer kültürlerle de etkileşimleri ile beraber zenginleşen toplumsal yaşam modelleri ve devlet gelenekleri, günümüzdeki toplumsal davranış şekillerini genetik olarak beslemiş ve etkilemiştir.
Sosyolojik bağlamda yukarıdan aşağıya toplumsal değişimin en güçlü dinamiği olan devlet örgütlenmesi bu yönüyle değer üretme misyonuna da sahip olduğu görülür. Ancak bu bağlamda değişimin fıtri bir iklimde olmasının imkansızlığa yakın yapısını da özellikle bireyin özgür iradesi bağlamında vurgulamak gerekir.
Bu yönüyle çağdaş Türkiye Cumhuriyetinin yukarıdan aşağıya bir toplumsal değişim programı uyguladığını ortak bir anlayış olarak belirtmek gerekir. Bu değişim programının devletin iktidar gücüyle topluma dayatıldığını ve karşılaşılan dirençlerin en sert biçimde etkisiz kılındığı görülmektedir. Devlet gücü ile uygulanan değişimin toplumsal boyutta devlet algısı ve devlet ile ilşkileri şekillendiren değerler bağlamında önemli travmalar ürettiğini ve bunun günümüze kadar derin etkilerinin hala devam ettiğini gözlemlemek mümkün.
Yeni devletin ilk yapısal oluşumu olarak karşımıza TBMM çıkar. 23 nisan 1920 de kurulan 1. Meclis, tüzel bir kimlik olarak Osmanlı İmparatorluğunun yeni devlet alternatifi olarak kendini küresel etkin güçlere kabul ettirmeye çalışmıştır. Son Meclis-i Mebusanın, Mısak-ı Milli olarak belirlediği yeni devletin sınırlarını işgalden koruma ve resmileştirmek hedefleri ile hareket eden yapı, çok geçmeden küresel güçlerinde pazarlık masasında muhatap alınmaya başlar.
Bu ilişki sürecindeki pazarlıklarda resmi söylemle çelişen çok farklı taahhütlerin, uzlaşmaların olduğu birçok tarihçi ve araştırmacının çalışmalarında rastlamak mümkün. Özellikle Lozan’ın bir şartı olarak saltanat ve halifeliğin kaldırılması gibi yapısal değişimler bu bağlamda kısa sürede gerçekleşti. Osmanlı İmparatorluk coğrafyasının küresel sömürüye elverişli hale getirilmesi bağlamında oldukça önemli kırılmalar yaratan bu yapısal değişimler aynı zamanda İslam medeniyet ikliminde de tarihsel bir çöküntüye yol açtığını belirtmek gerekir.
29 Ekim 1923 Cumhuriyetin ilanı bu yapısal değişimin en güçlü son halkasını oluşturuyordu. Sözüm ona medeniyetin öncü devletleri olan Avrupa ve batıda tüm kurumsal yapıları ile varlığını sürdüren krallıklar ve kilise geri kalmanın bir göstergesi sayılmıyordu ama yeni Türkiye’nin muasır medeniyetin bir parçası olması için radikal bir yaklaşımla kendi medeniyet köklerinin en önemli kurumlarından olan saltanat ve halifelikten kurtulması gerekiyordu. Bu öyle bir hınç ve nefretle uygulandı ki hanedanın 36. Son padişahı temsilcileri ve 115. son halife onursuzca, zelil bir şekilde ülkeden bir İngiliz zırhlısı gemi ile sürgün ediliyordu. Ne acıdır ki sığındığı yer ise bir Avrupa’da İngiliz himayesinde Malta adası oluyordu. İngiltere’ye gelmesine bile müsaade edilmiyordu.
Yeni devletin, kanlı devrimler üzerine muhkemleştirmeye çalıştığı devlet sitemi uzun bir dönem toplumun iradesini, taleplerini yok sayan elitisit tek partili bir sitem üzerinden yürütmeye çalıştı. Çok partili döneme geçişten günümüze kadar devletin ideolojik yapısı ile toplumsal siyasetin iradesi ve öncelikleri arasında hep derin bir uçurum var olageldi. Bu travmatik ilişki bu coğrafyanın geleceğine vurulmuş bir pranga gibi hala sürmektedir.
Devletin/statükonun çelikten gölgesi adeta kutsallaştırılmış bir dizi ritüeller üzerinden toplumsal yaşamın her alanında kendini hissettirmektedir. İdeolojik milliyetçilik ve sekülerizim üzerine inşa edilmiş statükonun bu kutsal ritüelleri kendini toplumun sinir uçları gibi tanımlayarak hem aba altından sopa gösteriyor hem de kendini meşrulaştırmanın zeminini üretiyordu.
Milli bayramların bir kutsal ayin gibi ritüellerin Anıtkabirden başlatmak, her yerleşim biriminin merkezini heykellerle donatmak, tüm resmi kurum ve kuruluşların makam odalarının büst, flama, fotoğraflarla, resmi Atatürk köşeleri ile donatmak kişiyi kutsallaştıran bilim ve akıl dışı bir ideolojik saplantı değil midir? Toplumun ve ülkenin önüne rol model olarak konulan batı ülkelerinin hangisinde bu düzeyde kişilerin kutsallaştırılması var?
Anayasanın kutsanmış kişi merkezli değiştirilemez maddelerinden, seçilen bir milletvekilinin yapması yasal zorunluluk olan yemin metninden, devlet memurluğunda statükonun kutsallığını tescilleten mesleki yemin metinlerine kadar hayatın her alanına devleti bireye ve topluma karşı kutsallaştıran travmatik yaklaşımın, hak ve özgürlük merkezli çoğulcu bir karakter taşıması mümkün olabilir mi?
Devlet kutsal bir varlık değildir. Devlet insan ve topluma hizmet eden, hak ve özgürlükleri güvence altına alan teknik bir organizasyon olarak tanımlanmalıdır. Aksi durum devlet aygıtının halkını sömürgeleştiren, yoksullaştıran, temel hak ve önceliklerini bu sömürü düzenine kurban eden bir düzenin oluşmasından başka bir şey ifade etmeyeceğini tüm insanlık tecrübesi göstermiştir.
Seçilmiş bir cumhurbaşkanının adeta kutsal bir mekanda statükonun ibadeti haline dönüştürülmüş çelenk koyma, sonrasında saygı duruşu ve adeta kutsal deftere “Aziz.. “ ile başlayan bir sunum ve sunakta buluma ritüelleri ile statükonun/devletin toplumu kendine teslim alması, kul ve köle edinmesinin sembollerini her yıl birkaç kez tekrarlama üzerine oturmuş bu travmatik devlet anlayışının evrensel hak ve özgürlükler merkezli yeniden rehabilete edilmesine ihtiyaç olduğunun altını çizmek gerekir.
mrb hasan abi… nasılsın bizin hocanın yazısı grşmek üzere başarılar,,,,,,,,,
Alnına, fark ettirmeden boya sürülmüş 18 aylık bir çocuk, aynaya baktığında, duraksamadan, elini alnındaki boya izine götürecektir. Oysa daha küçük bir çocuk, ayna görüntüsündeki lekeye uzanır. Henüz kendisini, kendisinin veya bir başkasının imgesinden ayırt edememektedir. Aynadaki imgesinin, onun dışında, o olmayan olduğunun farkında değildir. Büyük çocuk, aynadaki imgenin kim olduğu sorusuna, “ben”, “benim”, “benimki” yanıtını verecektir. Artık o, dış dünyayla ilişkisinden kaynaklanan, bölük pörçük yaşantılarını yansıtacağı bir “bütün”e kavuşmuştur. Gerçekte, hâlâ parçalı olsa da, artık içinde bütünlük yanılsamasını yaşayabileceği deri bir kabuğu vardır. Bu hayali bütünlük, dilde “ben” göstereniyle temsil edilir.
Aynadaki imgenin önünde duran “ben” (ego), gerçekten bütün, bir ve özerk midir? Yoksa aynadaki imgeye ben diyen ego, bir bütünlük yanılsaması içinde midir? Lacan’a göre, egonun narsisistik özdeşimleri ve dil, iğdiş edilme korkularından ve “Ötekinin söylemi”inden (bilinçdışı) kaçış çabasıdır. Ancak ego, gerçeklik tarafından sürekli iğdiş edilmekten (yoksun bırakılmaktan) kaçamaz. Hem de “Ötekinin -büyük “Ö” ile ve dışardaki değil, öznenin içindeki Ötekinin- söyleminden (bilinçdışı) kurtulamaz. Dili sürçer, rüya görür, semptom verir. Uslu egolarımız için, dil sürçmeleri yorgunluktan, rüyalar saçma, semptomlar deliliktir ve anlaşılmaları gerekmez. İğdişin egoda yol açtığı bölünmeyi, Narsizm Üzerine’de Sigmund Freud, şöyle tanımlar; “….çocukluğun narsisistik mükemmeliyetini elden çıkarmaya gönlü yoktur. Büyüyüp de bir yandan başkalarının öğütleri, diğer yandan kendi eleştirel yargısının uyanmasıyla sarsıldığı için mükemmeliyeti artık koruyamaz hale gelince, onu bu kez yeni bir ben ideali biçiminde yeniden elde etmeye çalışır. İdeali olarak kendi önüne yansıttığı şey, kendisinin kendi ideali olduğu, yitirilmiş narsisizminin yerine geçer.” Öznenin, “kendisinin kendi ideali” olduğu , yani narsisistik tümgüçlülük veya Nirvananın eksiksizliği durumunun, “yerine koyduğumuz şeylerle” tekrar yakanabilmesi olanaksızdır. Bu durumda, “ben”, hep idealinden eksik olarak, hayali özdeşimleriyle tamamlanmaya, bütüne erişmeye çabalayacak, ancak sonuçta yine hep eksik kalacaktır. Bu bir bakıma kendimizin kendi dışımızda aranmasıdır. Diğerleriyle kurduğumuz özdeşimler yoluyla, yine diğerlerinin gözünde-aynasında- kendimizi ideal olarak yeniden kurmayı arzularız. Zafer coşkusuna kapıldığımız, ne yazık ki, her zaman kısa süren anlar, “ben”de ben idealiyle çakışacak bir nesnenin varlığına işaret eder.
Egonun bu hayali kuruluşu, ulusal, etnik, sınıfsal vb. kollektif kimliklerimizin oluşumu için de geçerlidir. Bir ulusun da “önüne yansıttığı”, kurgusal, sürekli kesilip yeniden yapıştırılan hayali özdeşimler toplamında; birlik, bütünlük, güç ve eksiksizliği aradığını söyleyebiliriz. Bir başka deyişle, ulusal kimliklerimiz, egolarımız gibi, duygusal bağlanmanın en eski ve en ilksel biçimi olan özdeşleşme yoluyla kurulur. Aynadaki imgesini coşkuyla tanıyıp “ben” diyen çocuk gibi, hepimiz bir haritanın önünde çoşkuyla “yurdum” demiş, bu yurdun sınır komşularını-düşmanlarını, nehirlerinin uzunluğunu, dağlarının yüksekliğini ezberlemek zorunda kalmışızdır. Yurt, bir toprak parçası olmasının ötesinde, ortak yaşanmışlıkları, kültürü, tarihiyle dinamik bir özdeşim imgesidir. Sınırları belli bir yurt ve bağımsız bir devlet, ancak dil ve kültürel ortaklıkları olan bir topluluğun varlığında ulusu oluşturabilir. Egonun kuruluşuyla paralellik kurarsak, çocuğun aynadaki imgesi, ancak, geçmiş, bugün ve gelecekle ilgili bir öykünün varlığında “ben” olarak tanınacaktır. A.D. Smith, Milli Kimlik adlı kitabında bu süreci şöyle tanımlamakta; “Tarihi bellek ve çağrışımların mekanı haline gelir yurt; ‘bizim’ bilgelerimizin, azizlerimizin ve kahramanlarımızın yaşadıkları, çalıştıkları, dua edip savaştıkları yerdir. Bütün bunlar yurdu, yeryüzünde biricik kılar. Nehirleri, denizleri, gölleri, dağları ve kentleriyle ‘kutsal’ hale gelir yurt.” Artık “bu benim yurdum”dur. Ulus olma projesinin diğer malzemeleri ise bayrak, para, marş, üniforma, anıt ve önemli günler (kutlama, yas) gibi simgelerdir. Ulusal tarihimiz “yazılmaktadır”. M. Kemal’in haklı olarak belirttiği gibi “Tarih yazmak yapmaktan daha zordur.” Gerçekten, tarih ortaklaşa yapılır ve önceden belirlenmiş bir amacı yoktur. Fakat tarihi yazanlar genellikle iktidardakilerdir ve tarihi belli bir amaca yönelik yazarlar, hattâ icad ederler. Topluluk üyelerinin ortak kimlik ve aidiyet duygularını güçlendiren, kültürel yakınlıkları vurgulayan, zaferler, kahramanlık hikâyeleri ve ulusal benliği yaralamayacak şekilde süslenmiş, sulandırılmış yenilgi öyküleriyle, ulusu “tarihin öznesi” haline getiren bu tarih anlayışının en abartılı örneklerinden biri de bizim “millî tarihimizdir”. Aynada veya ötekinin gözünde tanınmak, onaylanmak isteyen “ben”in narsist söylemi gibi, “sen neymişsin be!” dedirtecek bir böbürlenme tonu vardır bu tarih anlayışında. Aralarında niceliksel farklılıklar olsa da milliyetçi ideolojilerin tümü, idealize edilmiş “biz böyleyiz”, “geçmişte de şöyleydik” imgesini kurgulayıp, topluluğun bu imgeyle özdeşleşmesini isterler. Anderson, Hayali Cemaatler adlı kitabında ulusu şöyle tanımlıyor; “Ulus, hayal edilmiş bir siyasal topluluktur. Ulus, bir topluluk, bir cemaat olarak hayal edilir, çünkü her ulusta fiilen geçerli olan eşitsizlik ve sömürü ilişkileri ne olursa olsun, ulus daima derin ve yatay bir yoldaşlık olarak tasarlanır.” Ve ekliyor “Ulus egemen olarak hayal edilir.” Bu egemen ulus imgesi, genellikle biricik ve özel olma yanısıra ötekinden farklı olma teması üzerine kuruludur. Ancak kendi imgesiyle kıyaslamak için hep ötekine gereksinme duyulur. Ötekinin (başka uluslar) gözünde -aynada- onay aranır. Orada dışarıda her zaman bir öteki vardır ve ona seslenilir “duy sesimizi!” Egemen, tarihin öznesi ulus imgesi gibi, ben diyen, yani konuşan egolarımız, “şuyum, buyum, şöyleydim, böyle olacağım” söylemiyle, idealize edilmiş bir imge olarak kurgulanırlar.
Öznenin hayal edilişinin, ulusun hayal edilişine benzerliği, indirgemeci olmayan bir yaklaşımla ele alındığında, ulusal kimliklerin kuruluş dinamiklerini anlamamızı kolaylaştıracaktır. Aynı şekilde, bir topluluğun ulusal kimliğine yönelik tehdit, saldırı ve savaşların o topluluk üzerindeki travmatik etkisi, öznenin travmaya tepkileri çerçevesinde anlaşılmaya çalışılabilir. “Ben”e eyleminin öznesi olmadığını veya egemen olmadığını hatırlatan her engelleme, özellikle de travmatik yaşantılar, “ben”i güçsüzlüğü ile yüzleştirir. Her “ben” travma sonrasında, değişen düzeylerde, güçsüzlük, yetersizlik, kontrol kaybı, çaresizlik ve öfke duyguları yaşar. Travmatik bir olay ardından “ben”, travmayla hesaplaşmaya girişir. Yapmaya çabaladığı, narsisizmini, en az yaralayacak şekilde travmatik olayın öyküsünü yeniden yazmaktır. Sürekli tekrarlayarak, uykuda veya uyanıkken tekrar tekrar yaşayarak, anlatarak, eğilip bükülmesi çok güç olan travmatik gerçekliği, “ben” imgesine sindirmeye çalışır. Travmatize olmuş “ben”, “yenilen pehlivandır” tekrar tekrar güreşmek ister. Başka deyişle, travmatik olayı, imgesel düzeyde tekrar tekrar kurarak, edilgen bir kurban rolünden, travmatik olayı, denetimine alabilmiş -yenmiş- veya “yıkılmamış ayakta kalmiş”, etkin bir özne rolüne geçmek ister. Bu süreci yani travmayla hesaplaşma sürecini zorlaştıran önemli etkenlerden biri, kişinin geçmişine ait travmatik anılarının olmasıdır. Hele bunlar, sağlıklı şekilde hesaplaşılıp sindirilmiş anılar değillerse, güncel travmanın daha şiddetli yaşanmasına yol açarlar. Ulusal kimliğin kuruluşunda, ulusun geçmişte yaşadığı ortak travmatik anılar önemli rol oynar. Ulusça yaşanılan güncel travmalarsa, etkilerini, bu anılardan oluşan zeminde, onların da enerjisiyle yüklenerek gösterirler.
Dağılan Osmanlı İmparatorluğu’nun ardından Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucuları, Sevr’in parçalı haritasında tarihsel bir travma yaşadılar. Elindeki avucundaki yağmalanan “hasta adam” imgesi, belki o dönemde, Anadolu’da yaşayan halkları, pek fazla yaralamıyordu ama, Cumhuriyetin kuruluşunda, bu parçalanma korkusu, ulusal iğdiş edilme korkumuz olarak, “İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle!” olmamızda, önemli rol oynadı. Tek bir yumruk olmalıydık, mozaik metaforu, kurucuları hep kızdırdı. İstenen “blok beton” olmamızdı. Tekrar güçten düşmeyi, hasta adam olmayı, toprağımızı, namusumuzu yitirmeyi istemiyorsak, bütünlüğümüzü tehdit eden her unsuru düşman bellemeliydik, belledik de. Ulus- devletimiz, sınıfsız olduğu gibi, etnik açıdan da katışıksızdı. Etnik grup çeşitliliği açısından dünyanın en zengin topraklarında kurulmasına rağmen, hepimiz tek bir etnik kökenden geliyorduk yani, Türktük, Türkçe konuşmalıydık. Asker-sivil bürokrat kurucuların kurguladıkları bu ulusal kimlik imgesi, Türkiye’de yaşayan halkların tümünün özdeşim kurmalarının olanaksız olduğu bir imgeydi. Kürt, Arap, Ermeni, Rum, Çerkes vb. bu imgeye, işte “ben”, “benim”, “benimki” diyemezdi. Ulus devletimizin ve hâlâ bu yekpare, tek renk imgeyle, ötekilerin de özdeşleşip, bizden olmalarını bekleyenlerin en büyük açmazı da budur diyebiliriz. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin dondurulmuş bir ulusal kimlik imgesine takılıp kalması, bu imgeyle özdeşim kurmayanları sürekli travmatize etmesine yol açmıştır. Ulusal devletimiz, parçalı yapısını görmek istemeyen, kendi içindeki kendine yabancı söyleme kulak vermeye korkan, rüya görmemek için uyumayan, dili sürçmesin diye konuşmayan katı, içgörü yoksunu bir egoya benzemektedir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti idealize ettiği bu imgenin peşinde koşmaya devam ettiği sürece, bölünmüş, parçalı yapısını görmezlikten gelecek, “yabancı” parçalarını kendine benzetmeyi, göçürtmeyi, kaybetmeyi sürdürecektir. Devletin ve onun kurguladığı kimlik hayaliyle özdeşleşenlerin, bu kimliğin kırılganlığını hattâ çatladığını fark etmeleri, Türkiye’de faşizmin yükselişine yol açan en önemli nedenlerden biri olmuştur. Artık böyle devam edilemeyeceği görülmek istenmemektedir. Çünkü ulusal kimliğimiz, bir bakıma bilinçdışı bir fantezi haline gelen, parçalanmayla ilgili tarihsel travmatik anılar ve korkular üzerine kurulmuştur. Ayrılıkçı Kürt hareketinin narsisistik ulusal kimlik imgemizi travmatize etmesi, bu ürkütücü bilinçdışı fantezileri alevlendirmiştir. Türkler olarak, sorunu, “yabancı” olanla birarada nasıl yaşarız şeklinde formülize edemememiz, kimlik imgemizi tek tip malzemeden kurma kararlılığımız, özdeşim nesnelerimizi gittikçe daha sert, bükülmez, donuk, kıpırtısız, bön nesnelerden seçmemize yol açmaktadır. Doğal olarak bizler de gittikçe sertleşip, donuklaşmaktayız. Oysa travmanın etkilerinden en kolay kurtulan veya en az etkilenen egolar, esneyebilen, kimlikleri diyalektik gelişim gösterebilen egolardır. Kendimize yeni bir ulusal kimlik imgesi kurmak ancak şu an var olan fosilleşmiş imgenin -kolajın- parçalarını yapıştıran “parçalanma korkumuzla” hesaplaşabilmemizle mümkündür. Ulusal kimlik imgemizin yapıştırıcısı olarak kullanılan bu travmatik anı, tarihin de gösterdiği gibi birleştirici değil, bölücüdür.
Görmezlikten gelme ustası egolarımızın, bütünlük yanılsamasını yıkan çatlağa, “yabancıya” verdiği ad; “Kürt realitesi”dir. Kürtleri “realite” olarak yeniden keşfetmek aslında devletin dil sürçmesidir. Kürtler, düne kadar sindirilebilir bir hayalken birden “realite” haline gelmişlerdir. Çünkü ulusal devletimiz yanılsamalarına öylesine sarılmıştır ki gerçeklikle teması ancak travmatik karşılaşmalarla mümkün olabilmektedir. Başka deyişle “reel” bizim için travmatik olandır, istemesek de fark etmek zorunda kaldığımızdır. Bu nedenle ne yazık ki, Kürtleri devletin gözünde “reel” kılanın PKK olduğunun Kürtler ve Türkler olarak hepimiz farkındayız. Kürtler özdeşleşmeleri istenen ulusal kimlik imgesinde kendilerini yansıtan, kendilerini bulacakları bir şeyler görmek istiyorlar. Kürtlere ait bu parçayı görmelerine rağmen, Türklerin de bu yeni imgeyle “biz”, “bizim” “bizimki” diyerek özdeşleşebilmelerini istiyorlar. Bu bir tanınma talebidir. Bu talebe verilen yanıt düne kadar “siz bizim karda yürüyen halimizsiniz” idi. Ötekinden onay beklerken, yok sayılma, bireyi olduğu gibi ulusları da hırçınlaştırır. Varım-yoksun eksenindeki bir çekişme ise, ötekini acıtarak varlığın, yok ederek yokluğun kanıtlanmasına götürür. Bir yanda, adını, köyünü, ağacını, partisini, renklerini, gazetesini ve kendisini yok etme, diğer yanda, isyan, vurup kırma, kendini veya ötekini yakma.
Ulusal devletimizin tanınma talebini geri çevirmesi, Kürtleri, Türklerle yaşadıkları travmatik anıların ana temasını oluşturduğu, milliyetçi bir ulusal kimlik imgesi kurgulamaya itiyor. Bu biz – onlar ayrımının derinleşmesi, düşmanlıkların pekişmesi demek. Öcalan, çocukluğundan başlayarak neyle özdeşim kuracağı konusunda kendisinin ve arkadaşlarının nasıl bocaladıklarını Gerçeğin Dili ve Eylemi adlı kitabında şöyle anlatıyor. “Hatırlıyorum, ben de çocukluğumda ‘keşke ben böyle bir Kürt olmasaydım’ diyordum. Çok talihsiz bir aileden gelmişim, acaba kökenim Türklüğe dayanır mı? Bunu araştırıyordum. Benim de kökenimin Türklere dayanabileceğini düşünüyordum, sonra baktım ki böyle düşünen düşer.” Önlerinde birbirini dışlayan iki kimlik imgesi var ve Türklerin özdeşleştiğini seçmek bir Kürt için “düşmek” demek. Öcalan, “düşmemek” için Musa’nın izinden gittiğini belirtiyor. “Kendinden daha fazla, başkasının olmuş bir halktı. Benim çabalarım biraz da, lanetli bir kavmi, bulunduğu uğursuz durumdan çıkmaya çağırmaktı….Benim girişimim, Musa’nın Tur Sina Dağı’na kavmini çekme girişimidir. Evet, bizimki de öyle oldu, Cudi Dağı’na çekinceye kadar bin dereden su getirdik.” Halkın kendi olması, başkasından, ötekinden arınıp kendisi için biçilmiş imgeyle özdeşleşmesiyle olur. Bu bir saflaşma, kendini biricik hissetme olduğu gibi, milliyetçiliği de beraberinde getirir. Öcalan, Cudi’ye çekilse de bu kopuşun zorluğunu şöyle anlatıyor; “Gerçek bir ikilem içinde dolanıp durmak söz konusu. Yabancının, işgâlcinin ne kadar seni cezbeden yanları, yerleri, yaşamları olsa da sen tümden ata ocağından kopamıyorsun.” Öcalan çocukluğunda Kürt olmanın, “ben” imgesini yaraladığını açık yüreklilikle anlatıyor. Kürt olmayı bir eksiklik yoksunluk olarak yaşadığını veya eksikliği, iğdişi “Kürt olmakla” sembolize ettiğini anlatıyor. Ulusal tarihleri yanı sıra bireysel tarihlerinde de sıklıkla travmaya uğrayan, kendilerini, çaresiz, güçsüz, aciz, kandırılmış hisseden binlerce Kürt gencinin hangi kimlik uğraklarından geçtiklerinin ipuçlarını taşıması açısından Öcalan’ın kendi kimlik bocalamasıyla ilgili aşağıda söyledikleri önemli. “Onlardan kesin hesaplar soracağım. Bu büyüklerimiz böyledir ellerinden bir şey gelmez. Çocukluğumda da ‘babam yine bir şeyler yapar. Dayılarım var. Onlar bir şeyler yapar’ diye düşünüyordum. Birkaç yıl sonra gördüm ki baba ölmüş, dayı ölmüş. Babalarla dayılarla bir şey yapılmaz. Daha sonra dindarlığa yöneldim. Köyün imamı için ‘Bu allahtan haber getiriyor. Gökyüzünden, cennet ve cehennemden haber getiriyor, derdimize bir çare olabilir.’ Sonra baktım ki bu da ayrı bir bitiştir. ‘bundan bir şey çıkmaz’ dedim Devletin okullarına da gittim. ‘Bu bizi yükseltir’ diyordum. ‘Okumayı öğretir devlettir.’ ‘Bu yolda sonuna kadar yürünebilir’ dedim. Ama birkaç yıl sonra gördüm ki içinde düşüşümüz var, içinde arsızlığımız var. İçinde utanç ve ölüm var.”
İşgâl edilmiş bir yurt, zihinlerimizde, genellikle tecavüze uğramış bir ana metaforuyla simgelenir. Yurt, namus gibi savunulur. Öcalan da bu metaforu sıklıkla kullanıyor. “Kürdistan’ın kendisini bir ana gerçeği gibi düşünmeliyiz. Kürdistanı ana toprak, anayurt gibi görerek, değerlendirerek ve özgürleştirerek anlam vermeliyiz.” Öcalan, çaresizlik, aldatılma, utanç, tecavüz, ölüm vb. travmatik yaşantılardan çıkarak bir isyanı örgütlerken, bu isyanla ulaşmak istediğini de şöyle anlatıyor; “İşte büyük Kürdistan ailesini insanlığın iyi bir ailesi durumuna getirmeye çalışıyorum… Böylece eriyen ve çok zayıf bir Kürt ailesinden, büyük Kürdistan ailesine sıçrama gerçekleşiyor.” Anası işgalcilerin eline geçmiş, dağılan bir aile ve beklentileri boşa çıkaran değil, kurtarıcı bir baba imgesi, anlattıklarının zihinde canlandırdığı.
Travma, engellenme her zaman isyana yol açmıyor. Mağdûr saldırganla da özdeşleşebiliyor. Saldırganla özdeşleşmek travmanın “ben”inde açtığı yarayı, saldırganın yanında onun gücüne sığınarak sarma çabasıdır. Başka deyişle, ezici gücüne, korku, çaresizlik ve imrenmeyle tanık olduğu saldırganın, ezip, hırpaladığı “ben”ini, saldırganla “biz” olarak tahkim etmektir. Kurban rolünden “egemen”, “özne” rolüne geçişin kestirme, ama sorunlu bir yoludur. Kendisine yapılanları, saldırganın ödünç verilmiş gücüyle, başkalarına yapar. İğne yapılan çocuğun, bebeğinin iğnecisi olması gibi, yaşanılan travma üzerinde denetim kurma çabasıdır. Ancak böyle bir özdeşim nesnesiyle, aranan dengeye ulaşılması olanaksızdır. Travmatize edilen insanlar, travmanın ruhsal dünyalarında yarattığı karmaşadan, şaşkınlıktan kurtulmak için güvenilir bir yer, bir sığınak ararlar. Ruhlarındaki altüst oluşu yatıştırmak, başlarına geleni anlamlandırmak, insanların güvenilir, dünyanın güvenli bir yer olduğuna inanmak isterler. İşte bu insanî ihtiyaç saldırganın kozudur. İşkenceciler bu nedenle “rahip” ve “şeytan” olarak bölünürler. Çünkü travma mağduru böler. Bir yanıyla isyan eden, öfke duyan, diğer yanıyla bu altüst oluş bitsin isteyen. Yani kaçar, susar, donakalır veya saldırgana sığınır. Öcalan, travmaya kendi istediği gibi yanıt verip Cudi’ye çekilmeyenleri, şöyle tanımlıyor; “Şimdi Kürdistan yılanlarla doludur. Yani ağalar, beyler, işbirlikçilerin hepsi birer yılan, zaten ortalığı ajanlık doldurmuş. Köy korucularının hepsi yılan.”
Travma mağdurlarının tedavisinde kullanılan bazı yöntemlerden çıkarak, toplumsal travmaların açtığı yaraların nasıl sağaltılabileceği üzerine düşünebiliriz. Travmatize olmuş kişiler, travmanın etkilerinden, ancak tanık(lar) önünde travmatik yaşantılarını dile getirip, anlamlandırarak kurtulabilirler. Kurban öyküsünü anlatır ve anlaşıldığının işaretini arar tanığın yüzünde, davranışlarında. İstediği, tanığa yansıttığı imgesiyle tanık üzerinden barışmaktır. Bir bakıma bu, ötekinden yansıyan imgesinde kendini yeniden bulma çabasıdır. Tekrarlanarak, “ben”inin bir parçası olmaya başlayan travmatik anılar, önceki sert, batıcı özelliklerini yitirirler ve sembolize edilerek öyküye dahil edilirler. Artık mağdur sürekli travmayla ilgili anılarla meşgûl değildir. Doğal olarak yeni travmalara karşı bir hassasiyet oluşmuştur, ancak ego, travmatik anıları kontrol altına almakla, “egemenliğine” kavuşmuştur.
Travmatize olmuş toplumların da travmatik anılarıyla hesaplaşabilmeleri için, iyi tanıklara ihtiyaçları var. Batılı ülkelerin tanıklığı Kürtler için önemli olsa da, Türklerin tanıklığının sağaltıcı etkisi çok daha yüksek. Türklerden tanıklığa soyunanlar çok az. Ancak az sayıdaki bu insanın tavrı önemli bir ileti içeriyor; “Türkler, yekpare bir bütün değil.” Bu da, Türklerin anonim bir düşmanla özdeşleştirilmesinin önündeki önemli engellerden biri.