14.01.2024
“Allah’a göre yaratıkların en kötüsü, aklını kullanmayan ve bu yüzden de hakîkat karşısında sağır ve dilsiz kesilen kimselerdir.” Öyleyse; yaratıkların en iyisi olmanın temel şartı insanın aklını kullanması ve hakikat karşısında sağır ve dilsiz durmamasıdır. Yaratıkların en kötüsü ise, aklını kullanmayanlardır.
İnsanlar arasında sıkça karşılaşılan aklını kullanmayanlar iki gruptan oluşmaktadır:
Birincisi, dindışı düşünceyi benimseyip Allah tarafından yaratıldığını ve onun kulu olduğunu kabul etmeyenlerdir. Kuran bunları; kalpleri olup kavramayan, gözleri olupta görmeyen, kulakları olup da işitmeyen, yani gerçekleri görmek istemeyen nankörler olarak tanımlamaktadır. Çünkü böyleleri; en büyük gerçek, nimet, güç ve imkan olan yaratılışın anlamını takdir etmekte acze düşmektedirler. Yaratılmamış olsalardı, varlık aleminde hiçbir değer ve anlam ifade etmeyeceklerinden habersiz durmaktadırlar. Onun için, yaratılıp bir varlık haline gelmelerini sağlayan yaratıcıya sonsuz bir minnet borcu taşımaktadırlar. Borçlarını ödemenin tek yolu ise, Kitap ve Peygamber aracılığıyla Allah’ın gönderdiği programa tabi olmaktır.
İkincisi; inandığı halde Allah ve Resulünden rol çalarak kendini onların yerine koyanlar ve gerçekleri saptıranlar ile onlara uyanlar olarak iki grupturlar.
Birinci grup; aracılığa kalkışarak dini istismar etmekte, insanlar üzerinde tahakküm kurmakta, Allah adına saf zihinleri kendilerine kul olmaya çağırmaktadır. Bunun için; Allah’tan gelen sözü işitip kavradıktan sonra, onu kendi arzuları doğrultusunda bile bile değiştirmektedirler. Verdikleri sözlerden caydıklarını gizlemek için kelimelerin (ayetlerin) anlamlarını bozdukları ve kendilerine öğütlenen şeyden pay çıkarmayıp ihanet ettikleri için Allah tarafından lanetlenmişlerdir. Yürekten iman etmedikleri hâlde ağızlarıyla “iman ettik” diyenler ve gerçekleri gizlemede birbirleriyle yarışanlar, sözleri asıl bağlamlarından kopararak çarpıtırlar.
İkinci grup;, kullanılmak üzere sahip oldukları akıllarını başkasına teslim edenlerdir. Kuran, her insanı ayrı ayrı ve doğrudan muhatap alarak sorumlu ve yükümlü (mükellef) sayar. Ondan hem toplumsal hem bireysel bir kimlik (dünya görüşü) edinmesini ve bağımsız davranmasını ister. Mükellef olmak; akıl ve irade sahibi olarak, araya herhangi bir vasıta koymaksızın doğrudan Dine muhatap olmaktır. Aklını ve iradesini kullanmayan veya başkalarının yönetimine terk eden, mükellef gibi davranmış olmaz. Oysa yalnız deliler ve çocuklar bu konuda istisna olarak kabul edilmiştir.
Her kişinin bizzat yerine getirmesi, başkalarına devredilmesi mümkün olmayan bireysel ve toplumsal hak, görev ve sorumlulukları bulunmaktadır. Dinin çatısını oluşturan farzları yerine getirmekten, haramlardan kaçınmaktan her kişi doğrudan sorumludur. Örneğin; kimse başkasının yerine namaz kılamaz, oruç tutamaz, yalan söyleyemez, iftira atamaz, hırsızlık yapamaz, cinayet işleyemez, zulüm ve haksızlıkta bulunamaz. Eylemlerin cezasının da mükafatının da muhatabı kişinin kendisidir.
Kılık kıyafetleri, davranışları, sözleri ile yeterli bilgiye ve üstün özelliklere sahip olduklarını ileri sürenlere, hangi gerekçeyle olursa olsun hiç kimse aklını ve iradesini teslim edemez. Mükellef olması hasebiyle inanmış her insan zorunlu (farzı ayn) bilgilere sahip olma sorumluluğunu hiç kimseye devredemez, kimse de bunu talep edemez. Devreden de devralan da yanlış yoldadır.
Bu bağlamda; farklı anlayışları temsil eden kişilerin başında olduğu grupların içinde yer almak, daha vahimi, mutlak bir itaat içinde hareket ederek aklını kullanmaktan kaçınanlar Kuranın ifadesi ile ‘yaratıkların en kötüsü’dürler.
Grup aidiyeti veya mensubiyeti de denilebilecek bu ilişki biçimi aslında dinî değil beşeri bir yönelimdir. Toplumsal ortamda kişinin sosyalleşme ihtiyacını karşılamaya yöneliktir. Zira statü, çıkar, özgüven, kendini ifade etme, paylaşma gibi istek ve arzular grup (cemaat) içinde bulunmayla gerçekleşebilmektedir.
Bunun Müslümanlar arasında ortak anlayış ve düşüncenin gelişmesini engellediği, ayrılıkları arttırdığı, haksız statülerin ihdasına imkân verdiği, çıkara dayalı ilişkilere meşruiyet kattığı, birliği bozduğu son derece açıktır.
Oysa Din; Müslümanların kardeş olduğunu, birleşmelerini, birbirlerine bağlanmalarını, tek ümmet olmalarını, dayanışmalarını, yardımlaşmalarını, sevgiyi arttırmalarını, merhametli olmalarını, doğru davranmalarını emreden hükümlerle doludur. Peygamberin uygulamalı bir model olarak hayata geçirdiği gibi; dinî ve siyasî birliği sağlayacak bir yönetim kurmalarını ve tüm Müslümanların bu çatı altında yer almalarını önermektedir.
Tüm Müslümanların bu çerçeveye göre kendilerini konumlandırmaları ve aynı cemaate mensup olduklarını benimsemeleri şarttır.
Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.
